KÜRESELLEŞME VE ULUS DEVLETİ YENİDEN DÜŞÜNMEK
Giriş
Siyaset felsefesinin temel soru(n)larından birisi; Platon ile başlayan devlet olgusunun tanımı ve ideal düzen üzerine yapılan tartışmaların bitmek bilmeyen bir devinim içinde her çağda kendini yenileyen normatif bir kavram olduğu gerçeğidir. Özellikle Antik Yunan filozofları ile başlayan bu tür tartışmalar, erken devlet olgusundan söz edilmeye başlandığı dönemler ve Ortaçağın sonlarında ve Yeniçağın başlarında Avrupa’da feodalitenin çözülmeye başlandığı yıllarda Niccolo Machiavelli, Jean Bodin, Thomas Hobbes, John Locke ve Jean Jacques Rousseau gibi modern devlet fikrinin teorisyenleri tarafından süregelen bir tartışmanın ürünü olarak güncelliğini günümüzde de korumaktadır. Çünkü devlet kavramı –kuramsal manada olmasa da- insan topluluklarının var olduğu dönemlerde ortaya çıkan tarihsel bir olgudur. Bu noktada modern anlamda bir devlet fikrinden söz edilmezken; otoriteye dayalı ve yöneten/yönetilen ayrımının vuku bulduğu toplumsal dönemler insanlık tarihi ile paralellik gösteren “devletimsi” yapılara şahitlik etmektedir. Özellikle Aristoteles’in başyapıtı Politika’da belirttiği üzere “anthropos zoon politikon” kavramı insanın toplumdan ayrı olarak yaşamını sürdürebilmesinin imkânsızlığını ifade eden ve insanı siyasal bir canlı olarak tarif eden “ilk birlikte yaşama güdüsünün” ortaya çıktığını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu yönüyle devlet ve toplum dikotomisi tarihi bir dayatmanın sonucundan öte, birden fazla kişinin bir araya gelerek oluşturduğu doğal bir sürecin izdüşümü olarak düşünülmektedir. Fakat Friedrich Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” isimli çalışmasında; “devlet, insanların ihtiyaçlarının sonucu olarak teşekkül eden bir kurum olmanın aksine, artı ürüne el koyan ve kökeni itibariyle sömürünün sürdürülebilme aracı olarak egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eden bir adaletsizlik düzeni olarak tarif edilmektedir.” Bu yönüyle devlet kavramı ortaya çıktığı günden bu yana farklı ideolojik saikler çerçevesinde yeniden tanımlanma ihtiyacı duymaktadır. Özellikle “devletler tarihi”; feodalitenin yıkılmaya başladığı çağlar, Endüstri Devrimi’nin devlet başta olmak üzere birçok toplumsal dinamiği dönüştürdüğü dönemler, ulus devletlerin güçlendiği yıllar ve nihayet dünya savaşlarının sonunda artan ekonomik, siyasi ve toplumsal huzursuzluğun yaşandığı yıllar farklı devlet pratiklerinin yansımasına sebep olan transformasyonsüreçlerine tanıklık etmiştir. Ayrıca Amerika ve İngiltere başta olmak üzere 1980 sonrası meydana gelen neo-liberal siyasi pratikler beraberinde yükselen küreselleşme olgusunu fetişleştirerek devletin dönüşümüne yeni bir paradigmagetirmiştir.
Bu çalışmanın amacı; farklı ideolojik veçheleriyle uzun zamandır hayatımızın parçası olan devletin özünü idrak ederek, farklı dönemlerde farklı devlet pratiklerinin varlığını sürdürdüğünü ve bunların içinde ulus devletlere karşı küreselleşmenin bitmek bilmeyen savaşını COVİD-19 salgını sonrası hangi yönde dönüştüreceği meselesini ele almaktır. Bu yönüyle çalışma; küresel salgın tehdidi altında ulus devletlerin güçleneceği veya küresel kapitalizmin sonunun geleceği kehanetinde bulunmaktan öte, salgın tehdidinden sonra her iki kavramın hâkim paradigmadan farklılaşarak kendini yenileyeceği ve yeni bir dönüşüm sonrası farklı küresel aktör haline geleceği fikrini savunmaktadır.
Devletin Dönüşümü
Devlet yeryüzünde binlerce yıldır var olan ve ortak bir tanım etrafında tasavvur edilebilecek kadar zor bir toplumsal olgudur. Kavramın bu derin manası çağlar öncesinden bugüne birçok tarihçi, sosyolog, siyaset bilimci ve antropoloğun ilgi odağı haline gelmiştir. Devlet olgusunu ele alan birçok düşünce okulu mensubu teorisyen, gerek devletin üstlendiği rol bakımından gerek yerine getirdiği görev noktasında farklı fikirler ortaya koymuştur. Bu yönüyle Cem Eroğul’un “Devlet Nedir” isimli eserinde “Anarşistlerin gözünde devlet başlıca kötülük kaynağı. İnsanlığın en önemli görevi ondan derhal kurtulmak. Marksist görüşe göre de devlet aynı ölçüde kötü bir şey: bir vuruşta ortadan kaldırılmasa bile, adım adım kuruyup gitmesini sağlamak için elden gelen her şey yapılmalı. Devlet kaldıkça özgürlük tam egemen olamaz. Sosyal Demokrasi’nin görüşü bu kadar katı değil. Devleti, durmadan artan eşitliğe ulaşma ereğinde işe yarar bir araç olarak değerlendiriyor. Yine de, dizginlenmemiş bir devlet gücünün yaratacağı tehlikelerin iyice farkında… Liberallerindevlete karşı besledikleri küçümseme duygusu kendi doğallarının gereği. Ona karşı ta içlerinden gelen bir tiksinti duyduklarına hiç şüphe yok. Muhafazakârların da devlete karşı pek sıcak duygular besledikleri söylenemez: kamu düzeninin korunması için devlet gücünün gereğini kabul etmekle birlikte bu gücün yaygınlaşması onları hep rahatsız eder.” ifade ettiği gibi devlet her düşünce çevresine göre farklı ideolojik inançlar etrafında farklı muhtevalara evirilmiştir.
Devletin dönüşüm süreci ortaya çıktığı günden beri hız kesmeden devam etmektedir. Özellikle Avrupa feodalizminin çözülmeye başlaması, Endüstri Devrimi sonrası ortaya çıkan sermaye hareketliliği, dünya savaşları sonunda küresel aktörlerin soğuk savaş yılları ve 1980 sonrası neo-liberalizmin küreselleşmeyi hızlandırması devletin muhtevasını değiştirmiştir. Bu noktada sözleşmeci devlet kuramının şekillendirdiği modern anlamda ulus devlet, meşruiyetini her dönem farklı bir ideolojik dinamikten almaktadır. Çünkü devletin amaç ve fonksiyonunu dönüştüren en önemli argüman şüphesiz devletin ideolojisidir. Bu sebeple erken devletten ergin devlete geçişin yaşandığı dönemler başta olmak üzere klasik ulus devletlerden kapitalist ulus devletlere ve neo-liberalizmle birlikte küresel devletlere doğru değişimin en açık delili ekonomik, siyasi ve toplumsal zeminde meydana gelen ideolojik dönüşümlerin devlete farklı bir tanım yüklemesinden kaynaklanmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan iktisadi, toplumsal ve siyasi felaketler sonucunda hem liberal kapitalizm hem de liberal kapitalizmin hâkim ideolojisi olan klasik iktisat öğretisi büyük bir itibar kaybına uğramıştı. Oysa Endüstri Devrimi ile hız kazanan Fordist üretim tarzı iktisat modelin temel taşlarını oluşturan kapitalizm hiç hız kesmeden egemen ideoloji olarak tüm sermaye/emek piyasalarını kontrolü altına almaya başlamıştı. Fakat Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan Büyük Buhran ve ardından gelen toplumsal çözülme dönemi serbest piyasa kapitalizminin başarısızlığını gündeme getirerek; önemli ölçüde devlet düzenlemesi ve toplumsal yeniden bölüşümü sağlayacak Keynesyen devlet modeline kapı aralamıştır. Bu noktadan sonra klasik liberal devlet yerini “kalkınmacı devlete” bırakmıştır. Ulus devletlerin müdahaleci ve korumacı görevi en şedit şekliyle kendini göstermiştir. Bu yönüyle ulus devletlerin müdahaleci dinamiği, kaosu kozmosa dönüştürme aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Büyük Buhran’dan sonra devam eden Keynesyen ekonomi politiği 1974 dünya petrol krizinin baş göstermesi ve akabinde küresel finans merkezlerinin çözülmeye başlandığı döneme kadar devam etmiştir. Böylece devlet, sözleşmeden ortaya çıkan bireyin devlete, devletin bireye karşı sorumluluklarını temel alan modern ulus devletin farklı bir pratiğine sahne olmuştur. Fakat asıl rijit dönüşüm, petrol krizi sonrası Amerika ve İngiltere başta olmak üzere kapital sermaye çevrelerini etkisi altına alan neo-liberal politikaların yükseldiği 1980 sonrası dünya siyaset sahnesinde gerçekleşmiştir.
Küresel Tehdit Altında Küreselleşme ve Ulus Devlet
20. yüzyılın ilk çeyreği “laissez faire’ci” klasik iktisadın yerine Keynesçi devlet müdahalesine şahit olurken, yüzyılın son çeyreği ise “başka alternatif yok” düsturuyla yeni serbest piyasacı yönetimselliğe doğru kayıyordu. Aslında bu başarı uzun yıllar devam eden Keynes-Hayek kavgasının Hayeklehine sonuçlanmasının bir itirafıdır. Büyük Buhran sonrası artan Keynesyen felsefe, 1980 sonrası yerini Hayek’in hâkim düşüncesine bırakıyordu. Friedrich A. von Hayek “Kölelik Yolu” isimli eserinde; “müdahaleci anlayışın özgürlükleri kısıtlayan ve gereksiz maliyetler getiren çoğunluk tiranlığına dönüşeceği fikrini dile getirirken, serbest piyasanın demokratikleşme açısından şimdiye kadar keşfedilmemiş tek mekanizma olduğunu savunuyordu.” Böylelikle devlet/birey düalizmi bağlamında yeni bir paradigmanın meydana gelmesi, neo-liberal devlet pratiğinin nevş-ü nema bulması sonucunda kendini göstermiştir. İşte bu yeni paradigma küreselleşme olgusuna hız veren, devletin dönüşüm sürecini hızlandıran ve yeni bir iktisadi, siyasi ve toplumsal akılsallık yaratan sürecin başlangıcı sayılmaktadır. Özellikle ulus devlet kimliğinin uğradığı transformasyon süreci ile birlikte, milli sınırlar, milli kültürler, milli ekonomiler ve milli diye ifade edilebilecek her şeyin değişim hızı baş döndürücü bir oranda arttı.
Birgül Ayman Güler’in “Yeni Sağ ve Devletin Değişimi; Yapısal Uyarlama Politikaları 1980-1995” isimli çalışmasında; “Küreselleşme, modern çağın temel kategorilerinden birisi olarak ulus devletin ortadan kalkışıdır. Böyle insanlığı bölen ulusal devletlerin ortadan kalkışı ile büyük özgürleşme süreci başlamıştır.” Güler’in bu ifadesi doğru olmakla birlikte eksik bir tanımdır. Çünkü küreselleşme kavramı sanıldığı gibi modern çağın gelişimiyle ortaya çıkan ve ulusal devletlerin ortadan kalkışı ile özgürleşme sürecini başlatan bir kavram değildir. Bu yönüyle küreselleşme hem yeni hem de eskiden beri var olan siyasi, iktisadi ve sosyal ilişkiler bütününü yeniden üretme çabasında olan son derece eşitsiz bir süreçtir. Örneğin; doğrudan yabancı yatırımların artması süreci küreselleşmenin iktisadi değirmenine su taşıdığı için, küreselleşmenin nüvelerini 1990 öncesi Avrupa, Doğu Asya ve Kuzey Amerika gibi merkez kapitalist ülkelerde görmekteyiz. Bu sebeple küreselleşme, koyu renkle çizilmiş ulusal sınırları aşan, siyasi, iktisadi ve toplumsal ilişkilerin artan etkisini tanımlayan ve neo-liberal öğretiden önce de var olan bir kavramdır. Aynı şekilde kültürel melezleşme kavramının da küreselleşme ile birlikte ulus devlet konfigürasyonuna zarar veren yeni bir olgu olduğu eksik bir yorumdur. Çünkü kültürel melezleşme insanlığın tarihi kadar eskidir. Fakat küreselleşme ile bu sürecin baş döndürücü hızla yaşanmaya başladığını inkâr etmek safdillik olacaktır.
Kısaca ifade etmek gerekirse, Alejandro Colas“Neoliberalizm, Küreselleşme ve Uluslararası İlişkiler” isimli makalesinde küreselleşmeyi şöyle tanımlıyor; “devletlerin kamusal siyasi otoritesi karşısında piyasaların özel, iktisadi gücüne ayrıcalık tanıyan, üstelik bunu da çelişkili bir şekilde piyasaların egemen sınıfların lehine olacak biçimde devlet öncülüğünde, çok taraflı bir yeniden düzenlenmesi yoluyla yapan, baştan aşağı bir siyasi proje olarak karşımıza çıkar.”Aynı şekilde Marks ve Engels’in “Komünist Manifesto” da belirttiği gibi; “küreselleşme, güçlü bir biçimde kavramış oldukları sermayenin evrenselleştirici eğilimlerinin esasen kapitalist devletin dolayımlaması aracılığıyla giderek zincirlerinden kurtulduğu özgül bir tarihsel dönemi ifade eder.” Dolaysısıyla küreselleşmenin olup bitmiş bir eylem değil de, devinim halindeki bir süreç olarak düşünülmesi COVİD-19 salgını sonrası küreselleşme ve ulus devletlerin geleceği hakkında kehanette bulunmayı daha sağlam bir temele dayandıracaktır. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında –imparatorluk çağında- düşük yoğunlukta olsa bile benzer şekilde iktisadi, siyasi ve sosyal karşılıklı bağımlılık ve iç içe geçiş dönemlerinin var olduğu söylemek, küreselleşmenin 1990 sonrasının yeni trendi olmadığını kanıtlamaktadır.
Son olarak küresel salgın tehdidi karşısında küreselleşme ve ulus devletlerin geleceği, neo-liberal küreselleşmenin ötesinde kapitalist sınıfın kâr tutkusu ve bu koşulun doğallaşmasını sağlayan kapitalist sınıfın geleceği ile yakından ilişkilidir. Yani COVİD-19 salgını ile artan ulusal sınırlar söylemi ve vatandaşın güvenliği için her şeye muktedir olmaya çalışan güçlü devlet figürü küreselleşmenin sonunun geldiğini göstermediği gibi yeni bir paradigmaylayaşamımızın bir parçası olamaya devam edeceğini göstermektedir. Çünkü salgınla birlikte küresel çapta artan işbirliği ve müşterek çare üretme eğilimi DSÖ, BM, AB vs. gibi ulus üstü kuruluşların kurumsal kimliğini tartışmaya açarak daha global ve interaktif çok uluslu yapıların oluşmasına neden olabilir.
Sonuç ve Değerlendirme
Devletler, geçmişten günümüze çeşitli varyasyonlarla kendini yenileyen kinetik bir olgudur. Bu sebeple gerek yerel gerek küresel arenada yaşanan krizler devletlerin dönüşüm süreçlerini menfi veya müspet yönde etkilemiştir. Şüphesiz bu dönüşümlerin en şiddetli şekli, 1980 sonrası minimal devlet olgusunu savunan neo-liberal hegemonyanın makro ölçekte meydana getirdiği küresel devlet algısıdır. Neo-liberal dönüşümle birlikte hız kazanan küreselleşme, dünya üzerinde birçok ulus-devlet pratiğinin muhtevasına şekil vermiştir. Özellikle Çin gibi otoriter yönetime sahip bazı Asya ülkelerinin, 2000 sonrası yaşanan tedrici küreselleşme trendine ayak uydurması ulus-devlet kimliğini ifsat etmiştir. Ama bu dönüşüm küreselleşmenin galip geldiği anlamında gelmemelidir.
Sonuç olarak, COVID-19 salgınının dünya savaşları sonrasında meydana gelen küresel ölçekte sistem değiştirici rijit kırılmalardan ziyade Amerika’da yaşanan 2008/2009 küresel finans krizi gibi paradigma kaymalarına sebep olacak ve küreselleşme sonrası güçlenen ulus üstü kuruluşların sorgulanmalarını hızlandıracak önemli tartışmalara yol açabileceğini öngörebiliriz. Hâkim eğilimin aksine daha ihtiyatlı bir yorumla, güçlü devlet kavramının itibar kazanacağı yorumunu yapmaktan öte küreselleşme ve ulus devletlerin geleceği yeni bir veçheyle kendini yenileyecektir. Tabi bu süreçte krizin tamamen ortadan kalkması için merkezi yönetimin güçlü olduğu ulus devletlere yönelim eskisine göre yükselme eğilimi gösterecektir. Fakat bu eğilim, küreselleşme mefhumunun yok olacağı anlamının aksine kan kaybedeceği yorumunu doğurabilir.