ABD,  Analiz,  Enerji,  Genel,  Mehmet Babacan'ın Yazıları,  Orta Doğu,  Yazarlar

LİBYA’DA DEĞİŞEN DENGELER VE DÜZEN ARAYIŞLARI

Giriş

Arap Baharı dalgasıyla sarsılan ülkelerin başında gelen Libya da Muammer Kaddafi nin otoriter rejiminin devrilmesiyle ülkeye gerçek anlamda demokrasinin geleceğine yönelik umutlar cari gelişmeler bağlamında tükenirken ülkede siyasi otoritenin sağlanamaması neticesinde Kaddafi rejimini de aratacak şekilde, iç çatışmalar, katliamlar ve huzursuzluklarülkeye egemen olmuştur. Feyz el-Sarrac liderliğindeki Ulusal Mutabakat/Uzlaşı Hükümetiyle körfez destekli General Halife Hafter arasındaki güç ve siyasal otorite mücadelesinde birçok masum sivil hayatını kaybederken ülkedeki sosyal ve ekonomik yaşam da felce uğramıştır. Uluslararası toplumun ikinci bir Suriye ye dönmesinden çekindiği ancak bunu engellemek için de somut hiç bir adım atmadığı Libya, yeni bir vekâlet ve yıpratma savaşı pratiğine dönüşmek üzeredir. İlginç olan ise, bölgede 10-yıllık bir kriz olan Suriye Krizine henüz bir çözüm formülü bulunamamışken bir de potansiyel Libya Krizi nin eşiğine gelen Ortadoğu daki bu istikrarsız ortamın, tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 Pandemisinin gölgesi altında yeni çatışmalara ve krizlerle daha da derinleşmesidir. Ortadoğu coğrafyası tekerrür eden tarihini ve bölgesel dinamiklerinin ( etnik milliyetçilik, mezhepçilik, din savaşları vb.) yanında sıcak savaş, kriz ve çatışmalarla beslenen makûs talihini/kaderini bir kez daha yaşamaya mahkûm edilmektedir. Bu çalışmada özellikle demokratikleşme, Arap Baharı ve Libya özelinde teorik ve tarihsel bir çerçeve çizildikten sonra 2011’den günümüze Libya’daki istikrar arayışları ve güncel gelişmeler ele alınacaktır.

Tarihsel ve Teorik Çerçeve

2011 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında görülmeye başlanan halk hareketlerine verilen genel bir isim olarak benimsenen Arap baharı/Arab Spring dünyanın geri kalanı tarafından bu bölgede otoriter rejimlerin yıkılacağı, demokrasi dalgasının hızla yayılarak 340 milyonluk Arapdünyasını radikal bir transformasyona uğratacağı şeklinde algılanmıştı. Gerçekten de Batı’nın temsil ettiği liberal ve demokratik değerler sistemine yabancı ve görece bu kavramlarla geç tanışmış olan Ortadoğu bölgesinde bir Arap istisnacılığından” söz edilirken yıllardır otoriter rejimlerle yönetilen bölge halklarının gösterdiği kollektif dinamizm, demokratikleşme dalgasının Arap toplumlarında dayayılmasının önünü açmıştır. Esasen demokratikleşme sürecini seçilmemiş olan bir yönetimin yerini serbest, açık ve dürüst bir seçimle seçilmiş bir yönetimin alması şeklindeki temel prensiple açıklayan Huntington’a göre; ters dalgalarla karşılaşmış olan dünyadaki demokratikleşme dalgalarının birincisini Amerikan ve Fransız devrimleriyle beslenen 1828’deki ABD başkanlık seçimleriyle birlikte dünyada gittikçe demokratik tarzda seçimlerin ve yönetimlerin yaygınlaşması oluştururken, ikincisini II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanması ve dekolonizasyon süreci temsil eder. Üçüncü demokratikleşme dalgası ise; Portekiz Diktatötlüğü’nün 1974’te sona erişini izleyerek Avrupa, Asya ve Latin Amerika’daki yaklaşık 30 ülkede otoriter rejimlerin yerini demokratik rejimlerin alması sürecine tekabül eder. Huntington’un demokratikleşme kavramını dünya tarihinin 18. yüzyıldan günümüze vuku bulan temel siyasal gelişmelere işaret eden olaylarına dayanarak üç temel dalga halinde sunan bu argümanına atfen 2011 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da görülen halk hareketlerinin de bu muazzam dalgaların dördüncüsü olduğu savı ileri sürülmüştür. Yine Bouazizi’nin  2010 yılının Aralık ayında gerçekleştirdiği kendini yakma eylemiyle ateşlenen toplumsal ve siyasal devrim dalgalarına gelinceye dek Ortadoğu için önem teşkil eden ve çeşitli sonuçlar doğuran kırılma noktaları da yaşanmıştır. Bunlar; II. Dünya Savaşı’nın akabinde bölgedeki birçok ülkenin manda ve himaye rejimlerinden kullanarak “kâğıt üstünde de olsa bağımsızlıklarını kazanmaları, 1948’de bölgede büyük bir infiale ve savaşlar serisine yol açan İsrail’in kurulması, 1979 İran İslam Devrimi ile Mısır’la Arap devletleri arasındaki blokajı kaldıran Camp David Antlaşması, 1991’de Soğuk Savaşın sona ermesi, iki kutuplu sistemin yıkılması ve takiben gelişen Körfez Savaşı ve nihayetinde 11 Eylül sonrasında 2001’de Afganistan’ın ve 2003’de Irak’ın işgaliyle anti-Amerikancılığın had safhaya ulaşması ve günümüze gelinceye dek İran, Mısır, İsrail, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölgesel aktörlerin Ortadoğu alt-sisteminde birbirlerine karşı giriştikleri alan açma ve bölgesel liderlik mücadeleleridir.

Demokratikleşme, Siyasal Haklar ve Ortadoğu’da Demokratikleşme Hareketleri

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Arap Baharı hareketlerinin demokratikleşme dalgalarının sonuncusu/dördüncüsü olarak sunulması yıllardır Ortadoğu bölgesi üzerine yürütülen Arap istisnacılığı retoriğine ket vurmuş, bilgi ve iletişim teknolojileri (BİT) ile eğitimli ve şehirli gençlerin lokomotifi olduğu Arap Baharı dalgası özellikle Tunus, Libya, Mısır, Yemen ve Bahreyn gibi ülkelerde toplumsal adalet, ekonomik fırsatlar ve  siyasal özgürlükler konusunda daha fazla hak taleplerini gündeme getirmiştir. Anılan bölge ülkelerinde demokratik hak taleplerinin, dahası demokratik ve liberal Batılı değerler temelinde örgütlenmiş siyasal, ekonomik ve toplumsal sistemlerin neden bu kadar geç kaldığı/geldiği konusunu Ortadoğu’daki kültürel farklılığa indirgeyerek inceleyen Oryantalist akım ve Daniel Pipes, Samuel Huntington, Elie Khedorie gibi Şarkiyatçılar bölgenin siyasal, kültürel ve toplumsal yapısı ile hâkim inancı olan İslam dininin demokratik değerlerle karşıtlık içerisinde olduğunu iddia etmektedirler. Ancak bu görüşe karşı çıkanlar da bulunduğu gibi Edward Said ve diğer yazarlar “Batının kendi kurgusu olan bir Doğu” dan başkasına inanmak istemediğinibelirtmektedir. Yine tarihsel olarak Ortadoğu’daki muhtelif ülkelerde İhvan-ı Müslimin, Baas, en-Nahda gibi Pan-Arabist, sosyalist, siyasal İslamcı ve değişik nitelikte birçok muhalif siyasal hareketin geliştiğini, bunun da aslında demokrasi kültürünün varlığına bir işaret oluşturduğunu, dahası İslam’ın ve İslami hareketlerin demokrasi ile tezat oluşturmadığı aksine meşveret, riyaset, Darül Sulh gibi İslami kavramların teorik temelde; Medine Vesikası, Akabe Biatları, Veda Hutbesi gibi birçok olay ve belgenin de tarihsel düzlemde demokrasiyle örtüştüğünü de belirtmemiz gerekiyor. Ortadoğu ülkelerinde Batı’ya nispeten demokratikleşme hareketlerinin ve siyasal özgürlüklerin geç gelişmesinin sebeplerinin yine bizzat Batı’dan kaynaklandığını iddia etmek ise sanırım yanlış olmaz. Britanya ve Fransa’nın mandater yönetimlerinden ancak II. Dünya Savaşı sonrasında kurtularak bağımsızlık kazanan bölgedeki ülkelerin, Mısır’daki Batı destekli 30 yıllık Mübârek rejimi gibi, senelerce otoriter rejimlerle yönetilmesidemokratik değerlere dayalı bir toplumsal ve siyasal kültürün gelişmesini engellemiştir. Parlâmento, seçim, oy gibi kavramlarla daha önce hiç tanışmamış olan bu ülkelerdedarbe, ve karşı-darbelerin adeta bir devlet geleneği halini alarak birbirini izlemesi düzenli ve sistemli bir demokrasinin işleyişini de geciktirmiştir.

Osmanlı Egemenliğinden İtalyan İşgaline Libya: Tarihsel Bir Bakış

Kuzey Afrika’da Akdeniz kıyısında bulunan Libya, jeostratejik ve jeoekonomik açılardan önemli bir ülkedir. Libya adı antik Mısırlıların bölgenin yerlisi olan ve günümüzde “Berberi” olarak tanınan “Lebu” sözcüğünden gelmektedir. Afrika’nın en büyük petrol rezervlerine sahip olan ve Akdeniz kıyısı boyuca doğu-batı yönünde uzananLibya, tarihsel olarak Fenikeliler, Kartacalılar, Büyük İskender, Roma ve Bizans İmparatorluklarından sonra  Osmanlı Devleti egemenliğine 1553 yılında girmiş, 1611 yılında  ülkeye has oluşturulan “Dayılık Sistemi” ile yönetilmeye başlanmıştır. Yerel aşiretler üzerinde bir otoritesi olan ve dini, askeri, sivil liderlerin olduşturduğu bir meclis tarafından seçilen ve yetkilerini “hocatu’l havl” adındaki bir divan vasıtasıyla kullanan Dayı nın bölgenin en üst yöneticisi olarak vergi toplama, anlaşmazlıkları çözümleme ve adalet dağıtma gibi yetkileri bulunmaktaydı. 1830 yılına kadar toplam 29 Dayı nın yönettiği Libya’da İmparatorluğun zayıflaması sonucu yerel isyanlar çoğalmış, 1. ve 2. Berberi Savaşları sonucunda ülkede yönetimi tekrar sağlayan Osmanlı Devleti 1835’te Libya’daki hakimiyetini pekiştirmiştir.

Ancak ne var ki 1911 yılında gerçekleşen İtalyan işgaliyle Libya’daki Osmanlı egemenliği son bulmuş, Trablusgarp Savaşı sonrasında imzalanan Uşi Antlaşması ile İtalyanlar kontrolü ele geçirmişlerdir. İtalyan işgali bölgede ummadık bir direnişle karşılaşmış bölgeye özgü bir sünni doktrin olan Senusilik etkisi ve  Ömer Muhtar’ın liderliğiyle yapılan yerel mücadele uzun süre İtalyan yöneticileri uğraştırmıştır. Ömer Muhtar’ın 1931’de idam edilmesi ile kırılan direnişin ardından bölgeye yönelik asimilasyon  politikası izleyen İtalya, İkinci Dünya Savaşında savaş-dışı kalınca ülke İngiliz ve Fransız nüfuz alanına dahil olmuştur. İngiliz ve Fransızlarla anlaşarak Libya’nın bağımsızlığını ilan eden İdris-es Senusi, 7 Ekim 1951’de anayasa tamamlanınca Birleşik Libya Krallığı’nın başına geçmiştir. Uzun süre monarşiyle yönetilen ülkede Mısır’daki Hür Subaylar Darbesinden etkilenerek örgütlenen bir grup ordu mensubunun 1969’da “Kudüs Operasyonu” adı verilen kansız bir darbeyle ülkede yönetime el koyması sonucu krallık rejimi sona ermiş, Devrim Komuta Konseyi adındaki subaylardan müteşekkil gruba başkanlık eden Albay Muammer Kaddafi darbe sonrasında devletin adının Libya Sosyalist Büyük Arap Cumhuriyeti olarak değiştirildiğini açıklamıştır. Nasırizmi kendisine ilke edinen ve Mısır lideri Cemal Abdülnasır’ı model alan Kaddafi liderliğindeki Devrim Komuta Konseyi yeni yönetimin ideolojisini de bu paralelde özgürlük, sosyalizm ve birlikolarak deklare etmiştir.

Arap Baharı ve Kaddafi Sonrası Dinamikler

Soğuk Savaş döneminde Batı karşıtı bir politika izleyen, bu kapsamda 1970’te Libya’daki Amerikan ve İngiliz üslerini kapatan Kaddafi, yine aynı yıl Afrika’da “İslami Davet Cemiyeti (Jam`iyat ad-Da`wa al-Islamiya)”ni kurarak Hristiyan misyoner gruplarının yayılmasını engellemeyi amaçlayarak bu girişimi ile fakir Afrika ülkeleri üzerindeki nüfuzunu artırmış, hatta bazı Afrika ülkelerinin İsrail ile diplomatik ilişkilerini kestirecek bir güce kavuşmuştur. Bunlara ilâveten 1973’te petrolü millileştirmiş, yabancı bankalara el koymuş, Mısır, Tunus, Suriye ve diğer mağrip ülkeleriyle siyasî entegrasyon denemeleri yapmıştır. Ancak bu hususta başarılı olamayan Kaddafi yeniden kendi ülkesindeki siyasi erkine odaklanarak iç politikada merkezi otoritesini güçlendirmiş, 1977’de gerçekleştirdiği bir darbeyle kendisine muhalefet eden tüm siyasal hareketleri zapt ü rapt altına almıştır. Giderek sertleşen ve otoriterleşen Kaddafi rejimi için 2011 yılında başlayan halk hareketleri ise sonun başlangıcı olmuştur. 1990’lı yılların başından itibaren SSCB’nin dağılmasıyla iki kutuplu sistemin yıkılması ve ABD’nin rakipsiz tek hegemon güç olarak kalması ile demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi gibi Batı menşeli liberal değerler evrensel değerler olarak sunulup bütün dünyaya yayılırken Ortadoğu’da Saddam Hüseyin, Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi gibi diktatörlerin yönetimleri her geçen gün yeni tehditlerle karşı karşıya kalmış, küreselleşme, iletişim ve bilişim teknolojilerindeki ilerlemeler sayesinde Ortadoğu halkları dünyaya açılma imkânı bulmuş, temel insan hakları olan bireysel özgürlükler, toplumsal ve ekonomik hürriyetler ile adalet arayışı için 2000’li yıllarla birlikte uyanışa geçen bu halklar “Arap Baharı” adı verilen ayaklanmaları gerçekleştirmişlerdir.

Tunus’un ardından neredeyse Mısır’la eşzamanlı olarak (17 Şubat 2011) halk gösterilerinin ve olayların başladığı Libya’da ABD, İngiltere ve Fransa öncülüğündeki Batılı ülkeler Tunus ve Mısır’dakinden farklı bir politika takip etmişlerdir. Tunus ve Mısır’daki olaylar karşısında başlangıçta sessiz kalan ve geç tepki veren bu ülkeler Libya’da gösteriler başlar başlamaz muhaliflerin yanında yer aldıklarını açıklamışlar ve ayaklanmaya destek vermişlerdir. Bu ülkelerin gizli servislerinin Libya’daki muhalifleri bizzat örgütledikleri de medyaya yansımıştır. Türkiye’nin Libya’daki yatırımları ve vatandaşları bağlamında temkinli davranması ve yapılacak bir harekata karşı çıkması ancak ardından NATO müdahalesine destek vermesinin yanında Arap Birliği ülkeleri de Libya’ya NATO müdahalesine yeşil ışık yakmışlardır.

Neticede NATO’ya bağlı hava, kara ve deniz unsurlarının 19 Mart’ta ülkeye müdahale etmesi ve 20 Mart’ta Kaddafi’nin Sirte’de yakalanıp öldürülmesi 42 yıllık Kaddafi rejiminin trajik sonunu temsil ediyordu. Medya organları aracılığıyla tüm dünyaya servis edilen görüntülerde Kaddafi’nin naaşını görmek için sıraya giren kitlelerin nidalar atarak verdiği tepkiler 30.000 insanın yaşamını yitirdiği Libya’da bir dönemin kapanışını ve yeni bir dönemin başladığını resmediyordu adeta. Fakat Libya, müdahalenin ve Kaddafi’nin devrilmesinden sonra arzu edilen refah ve demokrasi ortamına kavuşamamıştır. Bunun en önemli nedenleri ülkede ortaya çıkan çok başlılık ve devam eden vekâlet savaşları olmuştur. Öncelikle Kaddafi sonrası dönemde 7 Temmuz 2012’de bir bayram havası içerisinde gerçekleştirilen parlamento seçimlerinin ardından kurulan kabine Kongre’den onay alamamış ve hükümet değişikliğine gidilmiştir. 2014 yılına gelindiğinde ülkede Trablus ve Tobruk’ta üç farklı hükümet bulunmaktaydı. Ayrıca bu süreçte ülkedeki iç karışıklık, terör ve güvensiz ortam endişe verici boyutlara ulaşmıştır. 11 Eylül 2012’de Bingazi’deki saldırıda Amerikan Büyükelçisi J. Christopher Stevens ve üç konsolosluk çalışanı öldürülmüş, 2014 ve 2015’te ortaya çıkan otorite boşluğundan yararlanan DEAŞ bağlantılı cihatçı gruplar ve milisler Derna ve Sirte kentlerinin yönetimini ele geçirmişlerdir.

Libya’daki çeşitli bölgesel ve küresel aktörlerin aktörlerin dahil olduğu vekâlet savaşlarını Kaddafi öncesi ve sonrası olmak üzere iki döneme ayırarak incelediğimizde Kaddafi’nin devrilmesine yol açan ayaklanmalar başgösterdiğinde Nicholas Sarkozy önderliğindeki Fransa’nın müdahale için oluşturulan NATO kuvvetlerinde ön sırada yer aldığı görülmektedir. Sarkozy’nin 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki kampanyasında kullanmak üzere Kaddafi’den 50 milyon Avro borç almış olması ve gösteriler başladığında muhaliflere destek vererek ardından Libya’ya yapılan alelacele müdahalede başrolü oynaması ve Fransa öncülüğündeki NATO uçaklarının stratejik yerleri bombardıman etmesi bu borç ilişkisini akıllara getirmektedir.Ayrıca Libya’nın müdahalenin yapıldığı 2011 yılı verilerine göre petrol rezervleri bakımından dünyada 7’nci, doğalgaz rezervleri bakımından ise 22’nci sırada yer alması, dahası Afrika’daki kanıtlanmış petrol rezervlerinin en geniş kısmına sahip olması ve bu petrolün yüksek kaliteli nitelik taşıması Batılı aktörlerin Libya konusunda neden daha hassas ve aceleci davrandıklarına da açıklık getirmektedir. Libya’nın stratejik bir konumda yer alması, Avrupa’ya yakınlığı ve kıtaya ulaştırılacak enerji kaynaklarının transferinde kilit rol oynaması da bu ülkedeki vekâlet savaşlarını güçlendirmiştir. 2007 yılında uygulamaya konulan ve Kuzey Afrika coğrafyasındaki çöllere devasa güneş panelleri, rüzgar tribünleri, termal ve güneş santralleri kurarak bir enerji ağının kurulması ve bu yolla AB ülkelerinin enerji ihtiyacının karşılanmasına yönelik olan “Desertec Projesi” kapsamında geniş çöl alanlarıyla öne çıkan Libya’nın bu projeye karşı çıkması ve Kaddafi’nin emperyalistlerin yeni bir sömürü planı olarak nitelediği proje hakkında “düne kadar petrolümüzü çalan Batılılar şimdi güneşimizi çalıyorlar” diyerek itirazda bulunması İngiltere ve Fransa başta olmak üzere projeyi hayata geçirmeye çalışan Batı Avrupa ülkelerinin tepkisini çekmiştir.

Bu nedenle Libya’da gösteriler başladığında İngiltere, Fransa, ABD gibi Batılı ülkeler ayaklanmaları kışkırtarak muhaliflere istihbarat desteği sağlarken, Rusya, Türkiye ve Katar yapılacak bir müdahaleye açıkça karşı çıkmışlardır. ABD, Kafkasya’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan geniş Ortadoğu coğrafyasında enerji kaynaklarının akışını kontrol ederek hegemonyasını pekiştirme amacındayken İngiltere, Fransa, gibi AB ülkeleri giderek artan enerji ihtiyaçlarını ucuz ve güvenli yollardan karşılmak istemektedirler. Avrupa’ya yapılan enerji ve gaz sevkiyatında birinci sırada yer alan Rusya ise kendisine olan enerji bağımlılığını sona erdirecek alternatif enerji yollarını ortadan kaldırmaya çalışırken aynı zamanda Ortadoğu’daki enerji trafiği üzerinde de söz sahibi olmanın peşindedir. Libya üzerindeki vekâlet savaşları Arap baharı dalgasında enerji perspektifinden böyle bir görünüm arz etmiştir. Nitekim Libya’da uçuşa yasak bölge oluşturulmasına izin veren ve sivilleri korumak için her yola başvurmayı mümkün kılan 1973 sayılı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (BMGK) Kararının oylanmasında Rusya, Çin, Hindistan ve Almanya çekimser kalmışlardır.

Katar, Türkiye ve Rusya gibi ülkelerin aksine Suudi Arabistan, Kuveyt ve Ürdün gibi bölge ülkeleri Libya’ya yapılan operasyonu desteklemişler hatta lojistik destek sağlamışlardır. Ancak Türkiye Libya’ya yapılan silah ambargosunun denetlenebilmesi aracılığıyla 4 firkateyn, 1 denizaltı ve 1 yedek gemi göndermiştir. Kaddafi sonrasında ülkenin adım adım parçalanmış bir yapıya doğru gitmesi dahası bölünmüş yerel aktörlerin çoğalması vekâlet savaşlarına zemin hazırlamıştır. Bu kapsamda uluslararası toplumun tanıdığı ve Başbakan Feyiz el-Sarac liderliğindeki Ulusal Uzlaşı/Mutabakat Hükümetine karşı çıkan General Halife Hafter öncülüğündeki Tobruk Hükümeti Mısır, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri tarafından destek görmektedir. Halife Hafter’in gerçekleştireceği operasyon öncesi Suudi Arabistan ve Mısır’ı ziyaret etmesi, ayrıca çatışmalar başladıktan sonra ABD Başkanı Trump ile bir telefon görüşmesi gerçekleştiren Hafter’e Trump’un destek sözü vermesi ABD öncülüğünde genelde Ortadoğu’da özelde ise Libya’da bir kutuplaşmanın ortaya çıkmasına yol açmıştır.Mısır, Suudi Arabistan ve BAE gibi bölge ülkeleriyle birlikte Fransa, Rusya ve ABD Halife Hafter’e destek vererek onun üzerinden Libya’da etkili olmaya çalışırken İngiltere ve Almanya gibi ülkeler ise Feyiz el-Sarac’ın tepkilerini dikkate alarak Hafter’a ambargo uygulanmasını istemektedir. Arap baharı süreci sonucunda parçalanmış ve otoriteden yoksun bir siyasi sisteme mahkûm olan Libya, Kaddafi dönemindeki merkezi otoriteyi arar hale gelmiştir. Böyle bir ortamda oğul Kaddafi’nin (Seyfülislam Kaddafi) yargılanmasının ardından serbest bırakılması ve Batı ile ilişkilerini geliştirmesi, ardından 2017’de devlet başkanlığına aday olacağının açıklanması Libya’nın bölünmüş siyasetine yeni bir aktör daha eklemiştir.

Libya’da Değişen Dengeler ve Güncel Gelişmeler

Günümüzde Libya’daki iç siyasî ortam parçalı ve iki başlı bir görünüm arz ederken ülkedeki toplumsal ve ekonomik yaşam tam anlamıyla felce uğramıştır. 2014’te Bingazi’deki DEAŞ mensuplarına düzenlediği Onur Operasyonu ile Libya siyasi sahnesine çıkan General Halife Hafter, Trablus’taki uluslararası toplum ve BM tarafından tanınan meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH)’ni tanımadığını açıklayarak ülkede terör estirmeye başlamıştır. Esasen Kaddafi’nin otoriter yönetimi sürerken ona en yakın isim olarak bilinen ve rejimin Genelkurmay Başkanı olarak görev yapmış olan Hafter, aşiret sorunlarından kaynaklanan sebeplerden dolayı Kaddafi ile anlaşmazlık içerisine düşmüş ve ABD’ye yerleşmiştir. Yaklaşık dört yıl kaldığı ABDde CIA’nın tezgâhından gen General Hafter, Libya devriminin ardından ülkesine geri dönmüş, ancak iki yıl cezaevinde kalmıştır. Cezaevinden çıktıktan sonra özellikle Libya’nın doğusundaki aşiretler üzerinde etkili olduğu bilinen Hafter, ABD’nin yanında Rusya ve Fransa’nın da destekleriyle 2015’te Tobruk Temsilciler Meclisi tarafından kurulan Libya Ulusal Ordusu (LUO)na komuta etmeye başlamış ve meşru hükümete savaş açmıştır. 4 Nisan 2016’da kendisine bağlı orduya Trablus’u Özgürleştirme Operasyonu emri vererek Libya’daki ortamın daha karmaşık bir hal almasında başrolü üstlenen Hafter,ABD’nin eleştirilerine rağmen Rusya ve Fransa gibi küresel aktörlerin yanında Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi bölgesel aktörler tarafından da finansal olarak desteklenmekte, kendisine bağlı güçlere silah ve para yardımı yapılmaktadır. Hafter karşısında BM tarafından tanınan UMH ise Katar ve Türkiye tarafından destek görmektedir. Körfezde BAE ile rekabet halindeki Katar, Türkiye üzerinden Libya’daki askeri stratejisini şekillendirerek, Libya’da UMH lehine artan Türk askerî varlığını desteklemektedir.

Türkiye ise, Libya’daki meşru Ulusal Mutabakat Hükümeti ile 27 Kasım 2019’da imzaladığı “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına Dair Anlaşma” ile sahadaki dengeleri bir anda değiştirmiş, Doğu Akdeniz’deki enerji rekabetinde önemli avantajlar elde etmesinin yanında Libya Krizine etkin ve yeni bir aktör olarak dahil olmuştur. Bahsi geçen anlaşma neticesinde Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de özellikle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan aleyhine Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Alanını en üst düzeye çıkarmıştır. Bu anlaşmayı tanımadığını deklare eden Hafter’in iktidarı ele geçirdiğinde tek taraflı olarak iptal etmesi ise olasıdır. Bu nedenle UMH’ye en büyük desteği sağlayan Türkiye olurken özellikle gelinen aşamada imza edilen Deniz Yetki Alanlarının Paylaşımı Anlaşması Rusya, Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi bölgede etkinlik kazanma ve enerji konusunda söz sahibi olmak isteyen tüm aktörleri harekete geçirerek bu hukukî düzenlemeye yüksek sesle itiraz etmeleri sonucunu doğurmuştur.

Özellikle Almanya’nın insiyatifiyle Ocak ayında düzenlenen Berlin Konferansı neticesinde hazırlanan mutabakatı imzalamadan ayrılan ve oyunbozucu tavrını sürdüren Rusya ve Fransa’nın desteklediği Hafter, Libya’nın toplumsal ve ekonomik düzenine giderek ağır kayıplar verdirmeye başlamıştır. Hafter’in petrol kuyularını ele geçirerek petrol üretimini yavaşlatması ülkenin mali yapısını bozmuş, petrolden elde edilen gelirin düşmesi ülkenin ihtyaç akçesi kullanmasıyla sonuçlanmıştır. Bunun yanında sosyal hayatta büyük huzursuzluklar ve kargaşa baş göstermiştir. Libya’da kamu hizmetlerinin sekteye uğraması hayatı durma noktasına getirmiş, başkent Trablus olmak üzere Libya genelinde görülen elektrik kesintisi toplumsal hayatın idamesini engellemiştir. Elektrik açığı bulunan ülkede siyasal otorite bir türlü sağlanamadığından yeni enerji anlaşmaları da gerçekleştirilememektedir.

OPEC içerisinde petrol payı en fazla olan yedinci ülke konumunda bulunması, zengin petrol rezervlerine sahip olması nedeniyle Batılı ülkeler ve özellikle de Avrupa Birliği(AB) bakımıdan kritik öneme sahip bir ülke olan Libya’daki siyasal istikrar Fransa, İtalya ve Almanya’da yakındanilgilendirmektedir. Petrol ithalatının %40’ını OPEC’ten karşılayan AB ülkeleri için petrol rezervleri açısından zengin olan Libya, aynı zamanda mülteciler ve göç olgusu nedeniyle de AB gündemini meşgul etmektedir. Çünkü Cezayir, Nijerya, Mali gibi Afrika ülkelerinden Akdeniz’e geçmek için Libya güzergahını kullanan mülteciler Akdeniz’i geçerek İtalya yani Avrupa kıyılarına ulaşmaktadırlar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR)’nin resmi verilerinegöre Ocak-Aralık 2019 arasında İtalya’ya Libya kökenli 196 mülteci geçiş yapmak istemiştir. Afrikanın çeşitli ülkelerindne gelen mültecilerin Libya’dan Akdeniz’e geçerek İtalya kıyılarına ve buradan da AB ülkelerine ulaşarak bütün Avrupa kıtasına yayılması Avrupa’da aşırı sağ, milliyetçilik hareketleri ve popülizmin epey artış gösterdiği son dönemde AB açısından ciddi bir sorun oluşturmaktadır. AB, Libya’da Kaddafi sonrası yaşanan kriz ve çatışma süreci boyunca Akdeniz üzerinden birçok mültecinin Avrupa ülkelerine giriş yapmasını engellemek için üye ülkeleri ilgilendirecek politikalar üretmeye çalışmış, bu kapsamda mültecilerin Akdeniz üzerinden ilk varış yeri olan İtalya ve Malta özelinde birtakım kararlar almıştır.

Dolayısıyla başta enerji ve ekonomik konular olmak üzere mülteciler, göç vb. toplumsal ve siyasal nedenlerden ötürü Libya’daki siyasal sitikrarın sağlanması ve bunu kimin sağlayacağı problemi AB üyesi ülkeleri olduğu kadar küresel ve bölgesel pek çok aktörü de yakından ilgilendirmektedir. Hâlihazırda Hafter’e karşı askerî alnda başarılar kazanan UMH’nin bu ilerleyişi Hafter’i destekleyen ülkeler başta olmak üzere meşru hükümet karşısı cephede yer alan birçok ülke ateşkes ve barış çağrısı yapmaya başlamışlardır. Ancak UMH’nin bu kazanımları riske atmadan ve Libya toplumunun sosyal ve ekonomik gereksinimlerini göz önüne alarak istikrarı adım adım gerçekleştirmesi Libya’nın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Ülke çoktan ikinci bir Suriye görünümü almıştır ve Suriye’de olduğu gibi Libya’da da yerel aktörler üzerinden çok katmanlı ve çok aktörlü vekâlet savaşları yürütülmektedir.

Bu mücadelenin bir cephesinde yukarıda da işaret ettiğimiz üzere BM tarafından tanınan ve meşruluğu uluslararası toplum tarafından kabul gören UMH’ni destekleyen Türkiye, Katar gibi ülkeler bulunurken diğer cephede Libya’da Mısır’daki Sisi yönetimi gibi bir yönetim görmek isteyen Suudi Arabistan, BAE gibi körfez monarşilerinin yanında Soğuk Savaş sonrası dönemde hiç olmadığı kadar Ortadoğu’ya ve Ortadoğu sorunlarına entegre olmaya başlayan bir küresel aktör olarak Rusya ile çeşitli (ekonomik, siyasi) açılardan Libya Krizi ile ilgilenen Fransa yer almaktadır. Saha dengelerinin UMH lehine ve Hafter aleyhine dönmeye başladığı günümüzde askeri başarılar gösteren UMH için esas önem teşkil eden Libya’da sivil ve demokratik bir yönetimin kurulması olacaktır. Bunun için sadece askerî sürece odaklanmak yerine uluslararası ittifakları güçlendirmesi gereken UMH, iç siyasette de kamu hizmetlerini tam anlamıyla yerine getirmeli, halkın ihtiyaçlarına cevap vermeli ve Arap baharı dalgasıyla başlayan ancak Kaddafi’ni devrilmesinden sonra kesintiye uğrayan demokratikleşme sürecini sahadaki kazanımlarını siyasi kazanımlara çevirerek yönetmelidir. Bütün dünyanın Covid-19 salgınının pençesindeolduğu bu süreçte, Libya’nın en azından kendi özünde ve özelinde olumlu bir dönüşüm yaşaması bölge halkı adına en arzu edilen gelişme olacaktır.

Sonuç

2011 yılından bugüne demokratikleşme ve adalet adına verilen mücadelenin ve kitlesel gösterilerin merkezi olan Ortadoğu’da başarıyla neticelenen toplumsal ve siyasal devrim hareketinin sayısı ne yazık ki beklenenin altında kalmış, Mısır ve Libya’da süreç geriye doğru işleyip eskiye dönüş yaşanırken Suriye, Yemen gibi ülkeler iç çatışmanın pençesinden senelerdir çıkamamıştır. Covid-19 Pandemisi nedeniyle “Post-Korona sonrası düzene hazırlık yapan yeni uluslararası sistemde Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasının alacağı şekil salgın gölgesinde dahi devam eden ve ne zaman biteceği kestirilemeyen Libya, Suriye, Yemen ve Irak odaklı iç savaş,çatışma ve krizlere bağlı olacaktır. Demokratikleşme dalgalarının dördüncüsü oalrak sunulan Arap Baharı’nın bir bahardan çok kışı andıran bu tablosu nitekim Libya özelinde gayet iyi anlaşılmaktadır. Muammer Kaddafi’nin 42 yıllık otoriter rejiminin devrilmesi liberal demokrasi adına umutları bir anda yeşertirken, NATO müdahalesi sonrası gelinen süreçte siyasal dönüşümün gerçekleşememesi ve bu hususta temsili bir hükümetin kurulamayıp, anayasanın yapılamaması, siyasal ve ekonomik yapılanmanın gerçekleştirilememesiişlerin daha da kötüye gitmesi sonucunu doğurmuştur.Aşiretlerin etkin olduğu bir ülke olan ve yıllardır ileri gelen aşiretler olan Warfalla, Magariha, Avagir, Abaidat, Tuvarik, Musavir, el-Mujabra ve Farjan aşiretleri arasındaki barışın bir türlü tesis edilemediği Libya’da üstüne 2011’de bir dış müdahalenin yaşanması ülkenin sosyal, siyasal ve ekonomik dinamiklerini olumsuz yönde etkilemiştir. NATO Koalisyonu altında icra edilen müdahaleyle Kaddafi’nin devrilmesinin ardından  bir türlü sağlanamayan siyasi istikrar çeşitli bölgesel ve küresel aktörlerce desteklenen General Hafter’in siyasi otorite mücadelesine eklemlenmesiyle politik düzlemdeki kaosu daha da artırmıştır.

Türkiye’nin Ulusal Mutabakat Hükümeti ile imzaladığı deniz yetki alanlarının sınırlarını belirleyen ve başta GKRY ile Yunanistan olmak üzere Akdeniz’deki enerji arz ve trafiğinde söz sahibi olmak isteyen ülkelerin tepkisini çeken anlaşma bağlamında dahil olduğu Libya Krizinde etkin bir aktör olarak askeri ve siyasi görünürlüğünün artması Rusya, Fransa, AB, BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer küresel ve bölgesel aktörlerin dikkatinden kaçmamış, zaman zaman bu ülkeler ile tonu gittikçe sertleşen restleşmeler de yaşanmıştır. Libya toplumunun sosyo-ekonomik olarak tükenme noktasına geldiği ve birçok masum sivilin hayatını kaybettiği çatışmalar, Suriye’dekine benzer bir biçimde vekâlet ve yıpratma savaşları görünütüsü alırken tarafların birbirleri aleyhine kritik üs ve bölgeleri işgal etmeleriyle dengelerin sürekli değiştiği Libya’da son kertede UMH lehine bir başarı ve ilerleme gözlenmektedir. Rusya’nın desteği ve kışkırtmasıyla Berlin konferansında muhtemel bir barışı ve tatmin edici bir uzlaşıyı elinin tersiyle iten Hafter, körfez monarşilerinden BAE’nin finans ve silah desteğiyle şımarsa da cari gelişmeler neticesinde bu sefer bizzat kendisi barış istemeye zorlanmakta, müvekkil ülkeler ve Avrupa Birliğinden de son dönemde tesis edilmesi gerek bir barış anlaşması talepleri giderek yükselmektedir. Libya’daki iç savaşın sona ermesinde BM’ nin oynayacağı “çatışma çözücü” rol büyük önem taşımaktadır. Çünkü BM’nin çizdiği yol haritasıyla ekonomik ve siyasi istikrarın sağlanması, ülkedeki DEAŞ vb. terör örgütlerine karşı koyacak güvenlik güçlerinin oluşturulması, suçluların cezalandırılması, adalet sisteminin işlerlik kazanması mümkün olacak ve kamu hizmetleri organize edilerek Libyalıların ülkelerinin geleceğinde söz sahibi olma hakkı tanınacaktır.

Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir