ABD,  Analiz,  Genel,  Melisa Kekik'in Yazıları

ORTADOĞU’NUN GİZLİ BAHÇESİ: PAKİSTAN

GİRİŞ

Bu makalede ülke olarak Pakistan iç siyasetine değinilmesinin yanı sıra bir Ortadoğu kitlesi olarak karşımıza çıkan ve kendini her ne kadar gizlemeye çalışsa da bir koridor, çıkış kapısı olarak ülkeler arasında rol oynayan Pakistan’ın kimliğine de değinilmeye çalışılmıştır.

Günümüzde yaklaşık iki yüz milyondan fazla nüfusu ile kendi çerçevesinde kendi kendine yetmeye çalışan bir ülke potansiyelinde sahip olmasından ziyade, uluslar arası perspektif açısından da dünya siyasetinde ve gündeminde oldukça yer kaplayan bir ülke olma özelliğini korumaktadır.  Özellikle sahip olduğu stratejik önem açısından komşu olduğu ülkelerle sık sıkyakın ilişkiler kurmaya çalışmasıyla birlikte iç siyasetini dış siyasetiyle harmanlayarak bu ülkeler çerçevesinde de paralellik gösterebilmektedir.

Makalede daha çok uluslararası perspektif açısından yaşanan ve dünya gündemini uluslararası boyutlar çerçevesinde oldukça meşgul eden ve meşgul etmeye devam eden krizler ele alınmaya çalışılacak, bunların yanı sıra sorunlar için süregelen çözümlere değinilmeye çalışılacaktır. Daha çok yakın bir zamanda Afganistan ile sınır sorunları ve Hindistan ile yaşanan Keşmir Sorunu çerçevesinde bir krizler sorunsalı gözükse de ülkenin kendi iç siyaseti de kısaca ele alınmaya çalışılacaktır.

1. PAKİSTAN’A GENEL BAKIŞ

Bakıldığında her ne kadar gözümüze dünya popüleritesinikoruyan ülkeleri yanında küçük bir ülke olarak gözükse de Pakistan hem var olduğu coğrafi konumu hem de yakın komşuları çerçevesinde değerlendirildiğinde öneminin büyük olduğu gözler önüne serilmektedir. Güneyinde Umman Denizi, güneydoğusunda Hindistan, kuzeydoğusunda Çin, kuzeyinde Afganistan ve batısında İran bulunan Pakistan’ın yüzölçümü 881.913 km²dir. Resmî adı Pakistan İslam Cumhuriyeti olan bölge tam olarak 14 Ağustos 1947 tarihinde kurulmuştur.Başkenti İslamabad olan Güney Asya ülkesinin bayrağı, üzerinde beyaz ay ve yıldız bulunan yeşil bayraktır. Dünyanın en kalabalık beşinci ülkesi olan bölge, en büyük ikinci müslümantopluluğunu barındırmaktadır. Yaklaşık 220 milyon nüfusa sahip ülke tarım ve hayvancılık faaliyetleriyle uğraşmaktadır. Genelde bir tarım ülkesi olan ülke geçimini İndus nehrinin sulak alanlarıyla çevrelendiği ovalarda yetişen çeltik, pamuk ve buğdaydan sağlamaktadır. Bunları tütün, şekerkamışı ve turunçgil takip eder. Tarım haricinde en önemli diğer geçim kaynağı hayvancılıktır. Para birimi Rupidir. Ekonomik açıdan yer altı kaynakları açısından zengin bir ülke olmakla birlikte sanayi de hızlı bir şekilde gelişme göstermektedir. Temel amacı Hindistan alt kıtasında yaşayan tüm müslümanları bir araya getirmektir. Bu bağlamda ilk etapta İngiltere hâkimiyetinde bulunan Hindistan kolonisindeki Müslümanların yoğun olduğu eyaletlerin bir araya gelmesiyle kurulmuştur.

Temel olarak Pakistan fikri bu çerçevede ortaya atılmış olup bunu siyasal alanda hayata geçirme düşüncesi ise Pakistan’ın kurucusu kabul edilen Muhammet Ali Jinnah’a aittir. Günümüzde Muhammet Ali Jinnah’ın bu fikri ortaya attığı yer olarak kabul edilen Lahor şehri Pakistan’ın en önemli merkezlerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Kendi devletlerini kurmaya çalışan halklar genellikle, kahramanlara ihtiyaç duymakta ve bu kahramanın fitili ateşlemesini beklemektedirler. İngiltere için bu kahraman, Kral Alfred; Rusya için Büyük Peter, ABD için George Washington olmuştur. Pakistan halkının kahramanı ise, Muhammed Ali Jinnah olmuştur. Pakistan’ın heterojen yapısına rağmen, neredeyse her Pakistanlı için Jinnah, Quaid-i Azam yani Büyük Liderdir.

Muhammed Ali Jinnah, 1913 yılında Müslüman Birliği’ne katılarak Hindistan siyasetinde daha aktif bir rol oynamaya başlamıştır. Jinnah, Hint alt kıtasında faaliyette bulunan iki güçlü Partinin, Hindistan Ulusal Kongresi ve Müslüman Birliği arasında işbirliği yapılmasının gerekliliğine inanmaktadır. Jinnah’ın faaliyetleri sonucunda, Müslüman Birliği ve Hindistan Ulusal Kongresi arasında bir uzlaşma sağlanmış ve LucknowPaktı, 1916 yılında ortaya çıkmıştır. Lucknow Paktı ile iki parti, ittifak yapmaya başlamış, bağımsızlık yolunda İngilizlere karşı yapılan bu ittifakın karşılığıysa 1935 yılında alınmıştır. İngilizler, 1935 yılında halkın seçeceği temsilcilerden oluşan eyalet meclisleri kurulması teklifini kabul ederek, Hindistan Ulusal Kongresi ve Müslüman Birliği eyalet meclislerinde müslümanlara ve hindulara belli sayılarda koltuklar ayrılması konusunda hem fikir olmuşlardır. Hindu ve Müslüman liderler arasındaki bu işbirliği ve dayanışma dönemi, 1937 yılına kadar sürdürülerek geniş çapta topluluklarda yankı uyandırmıştır.

Bakıldığında Hint alt kıtasında 1937 yılında yapılan bu seçimler ortak çerçevede müslümanları bir araya getirmek ve bir Pakistan devleti kurulma çabası ile birlikte ülke geleceğine yön veren bir adım olmuştur. Ancak ilk etapta bu girişim tam anlamıyla başarıya ulaşamamıştır. Ancak kuruluşundan bu yana Müslüman Birliği’nin temel amacı azınlıkta olduğu bölgelerde onların haklarını koruma amacı politikası başarılı olmuş ve bu amacını sürdürmüştür.

2. PAKİSTAN İÇ SİYASETİNE GENEL BAKIŞ

Hint alt kıtasında ilk kez 1937 yılında yapılan seçimler, bu coğrafya için önemli kırılma anlarından birini oluşturmaktadır. Seçimlerde müslümanların çoğunlukta olduğu yerlerde bile ciddi kayıplar yaşamıştır. Hindistan Ulusal Kongresi‘nin aksine, elitistbir karakteri olan ve tabana dayalı bir örgütlenmeye sahip olmayan Müslüman Birliği, pek çok eyalette hezimete uğramıştır. Zayıf kurumsal yapısı, Müslüman Birliği’nin başarısızlığındaki temel faktörlerden birisidir. Diğer faktör ise Müslüman Birliği’nin seçim söylemi olmuştur. Kuruluşundan itibaren, müslümanların azınlıkta olduğu bölgelerde onların haklarını korumak söylemi ile taraftar toplama politikası benimsemiştir. Bu politika, müslümanların çoğunlukta olduğu günümüz Pakistan topraklarında ise rağbet görmemiştir. Sebep ise bu bölgede müslümanların çoğunluğu oluşturmasıdır.

Pakistan hareketine yön veren önemli siyasi figürlerden üçüncüsü, ünlü Müslüman şair Muhammed Iqbal’dir. Iqbal, 1930 yılında Müslüman Birliği’nin bir toplantısında, Pakistan adını kullanmasa da, Hint alt kıtasında yaşayan müslümanlarınbir devleti olması gerektiği iddiasını ortaya atmıştır Iqbal, Hint alt kıtasının kuzeybatısını oluşturan bölgede, yani günümüz Pakistan topraklarında Hint müslümanları için bir devlet kurulması için çağrıda bulunmuştur. Pakistan’ın kuruluşuna giden süreçte Jinnah’ın bakış açısını en çok şekillendiren isim Iqbal olmuştur.7

2. Dünya Savaşı’nı takip eden süreçte Hindistan Ulusal Kongresi yönetiminin başında bulunan Gadhi İngiliz hâkimiyetine alınması istenen bir Hindistan yapılanmasını reddetmiştir. Bunu gözetim altında tutan Jinnah ise Müslüman Birliği’ni yeniden dizayn etmeye çalışmıştır. Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bölgelere yakınlaşarak buradaki müslümanlarla işbirliği adımları atmıştır.

1940 yılında Lahor’da yapılan toplantıda siyasi bağımsızlık talebinde bulunan Müslüman Birliği’nin bu talebi daha sonra Pakistan adını almıştır. Savaş nedeniyle İngilizlerin meşgul olması ve INC (Hindistan Ulusal Kongresi) ile ML (Müslüman Birliği) arasında artan hizipleşme, sadece Hindu ve Müslüman topluluklar (community) arasındaki kutuplaşmaları artırmakla kalmamış aynı zamanda bağımsız bir müslüman devlete ilişkin talebi de popüler hale getirmiştir.

Sürecin bu şekilde devam etmesinin yanı sıra 1945 ve 1946 dönemleri çerçevesinde ML’nin bir Pakistan devleti kurulması talebi başta reddedilmiş olsa da İngiliz koloni yönetimi ve İngiliz himayesinde yaşayacak bir topluluk olmak INC ve ML tarafından olumsuz karşılanmıştır. Bu çerçevede her iki ülkenin İngiliz hükümetinin yönetimi altında esir bulunması, tarihin tozlu raflarında adı bile bilinmeyen topluluklar olarak yer alması benimsenemez bir durumdur. Dolayısıyla 2. Dünya Savaşı2nı takip eden bu süreçte tutumlar ve davranışlar değişiklik göstermiştir. ML söz konusu olan seçimlerde pek çok koltuk kazanmış aynı zamanda Hindular ve Müslümanlar arasında da çatışmalar patlak vermiştir. Bu iki sebepten ötürü İngilizler süregelen savaşla meşgul oldukları için Pakistan’ın kuruluşunu onaylamak zorunda kalmıştır.
İkinci Dünya Savaşı, de-kolonizasyon sürecini hızlandırmıştır. Afrika kıtasında ve Güney Asya’da kolonyal yönetim altındaki halklar bağımsızlıklarını elde etmeye başlamış, İngiliz kolonyal yönetimi savaş sırasında söz verdiği gibi, Hint alt kıtasından çıkma kararı almasıyla iki bağımsız devlet ortaya çıkmıştır. Hindistan ve Pakistan, birer gün arayla 1947 yılında bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.

Genel olarak bakıldığında Pakistan daha çok askeri hükümetlerce yönetilmiş olup bu açıdan çok da başarılı bir istikrar sağlayamamıştır. Bu nedenle Pakistan’ın demokrasi kültürü ordunun; politikacılara, demokratik normlara ve demokrasi aracılığıyla geniş tabanlı bir toplumsal konsensüsoluşturma fikrine aşırı derecede zarar vermiştir. Dolayısıyla demokratikleşme çabaları ordunun siyasete karışmasından dolayı başarısızlığa uğramıştır. Ordunun siyasete karışma girişimlerinin yanında, ordu siyasi liderlerin ve ülke ekonomisinin çıkarlarını arttırmak amacıyla girişimlerde de bulunmuştur. Ancak bu amaç çerçevesinde süregelen askeri girişim ve darbeler ülkenin çıkarlarını tehdit eder nitelikte olmuştur. Her girişim ülkeyi biraz daha geriletmiştir. Ülkeyi savunmak adına bulunulan bu girişimlerde ekstra payı olan diğer bir unsur da sivil yönetici elit kesimdir. Demokrasi ve demokratikleşme çabalarından uzakta bir siyasi girişim dolayısıyla başarısızlığa uğramıştır. Dolayısıyla Pakistan’a günümüz de dâhil olmak üzere demokratik bir ülke demek zordur. Din ve devlet işlerinin birbirine karışması, dinin yönetim çerçevesinde bir araç olarak kullanılması, ordunun siyasete karışması ve sivil toplumun beklentilerinin karşılığını alamaması bunlara benzer sebepler neticesinde karşımıza zayıf bir ülke potansiyeli olarak çıkmaktadır. Bağımsızlıklarını ilân ettikleri süreçte ülkede uzun bir süre seçim yapılmamış olup devlet başkanları olarak valilik sistemi kullanılmıştır. Ancak valilerin yönetimde fazla söz sahibi olması, atama yönetme argümanındaadaletsiz davranışlar sergilemeleri ülkenin bürokrasisini sarsar nitelikte olmuştur.

Bağımsızlık sırasında, Cinnah Pakistan’ın genel valisi olarak atanmıştır. Ancak zamansız ölümü üzerine ülke siyasi bir kargaşaya girmiştir. 1954 yılına doğru, çoğunluğunu Hindistan’dan gelen muhacirlerin oluşturduğu Müslüman Birliği, Doğu ve Batı Pakistan’da nüfuzunu kaybetmiş, ülkenin kontrolü sırasıyla göçmen politikacılara, bürokratlara ve nihayetinde orduya geçmiştir. 1956 yılında Kurucu Meclis, Pakistan’ın ilk anayasasını ilan etmiştir. Bu anayasa ile devlet başkanlığı makamı oluşturulmuş ve ülkenin adı “Pakistan İslam Cumhuriyeti” olmuştur. Pakistan, federal bir parlamenter sisteme geçerek, 1956 anayasasının kurucu meclisi, OneUnitScheme adı verilen bir sistem oluşturmuştur. Bu sistemin dikkat çekici yanı, Pakistan topraklarını iki ayrı siyasi birime çevirmesidir: Batı Pakistan ve Doğu Pakistan. Yeni anayasa da cumhurbaşkanına, başbakanı görevden alma yetkisi vermiştir.Eski bir asker olan İskender Mirza cumhurbaşkanı olmuş ve iki buçuk yıl sonra anayasayı askıya almıştır.

Süreci takip eden dönemler içerisinde Ayub Khan, Zülfikar Ali Bhutto, Zia ülHaq, Müşerref gibi liderler çerçevesinde bir otorite sağlamaya çalışan ülkenin girişimleri bir önceki devralınan yönetim çerçevesinde olduğundan toparlanma süreci ile başlamıştır. Her yeni hükümet kendinden önceki sorunları çözmekle uğraştığından ülke politikasını ileri safhaya taşımakta zorlanmıştır. Kısaca değinmek gerekirse örneğin Zülfikar döneminde Pakistan’ı İslamlaştırma politikası başlatılmış, bu durum 1973 anayasa girişimine de yansıtılmıştır. Sonrasında Zülfikar hükümeti son bulunca Haq dönemi başlamış ve ülke otoriter bir sitem ile yönetilmiştir. Demir yumruk çerçevesinde oldukça sert politikalar benimsendiğinden bu dönem de sekteye uğramıştır. Müşerref Dönemine kısaca değinildiğinde ise ülke yine bir darbe dönemi ile ele geçirildiğinden yine istikrarsız bir yönetimin adımları atılmıştır.

2013 yılına gelindiğinde ülkede ilk kez serbest seçimlerin yapıldığı bir döneme gidilmiştir. Bu ülke adına her ne kadar olumlu bir girişim olarak gözükse de genel anlamda her geçen gün yeni bir buluş ile karşılaşılan dünyada oldukça geri kalınmışlığı objektif olarak gözler önüne sermektedir. Zor ve darbeli yönetimleri yaşayan ülke için bu adım oldukça önemli bir girişimdir. Ancak seçme ve seçilme hakkı ile başa gelen Sharif Dönemi’nin yeni bir parti girişimi ve bu yönde attığı adımlar değinildiği gibi ülke açısından olumlu ancak ulusal açıdan geri kalınmışlığın net bir simgesi durumundadır.

3. PAKİSTAN ÇERÇEVESİNDE ULUSLARARASI KRİZLER

Pakistan’ın kurucu babaları, heterojen bir yapıya sahip olan Pakistan toplumunu bir arada tutabilmek için ulus inşacıların başvurduğu geleneksel bir politikayı benimsemiştir. Ulus inşası sürecinde, ortak değerlere dayalı bir kimlik oluşturmak yerine, “öteki” karşıtlığı üzerine dayalı bir kimlik inşası nispeten daha kolaydır. Pakistan’ın kurucu babaları, öteki olarak Hindistan’ı ve Hindu karşıtlığını seçmiştir. Öteki karşıtlığı üzerine dayalı kimlik inşasında, bütün olumlu sıfatlar “biz”e aitken, bütün olumsuz nitelikler de ötekine atfedilir. Bu bağlamda, Pakistan kelimesinin açılımı güzel bir örnektir. Dolayısıyla Hindistan’ın Pakistan tarafından ötekileştirilmesi Hindistan-Pakistan arasındaki krizin fitilini ateşlemiştir. Pakistan’ın bu Hindistan karşıtlığı ülkenin sosyal-ekonomik-siyasi kimliğini sarsıcı nitelikte olmuştur. Bunların yanında iki ülke arasında sorun teşkil eden diğer unsur doğrudan ve dolaylı olarak Keşmir Sorunu’dur.  

Pakistan’ın kuzeyinde uzanan, altın, zümrüt ve yakut madenleri bakımından zenginliği bilinen, verimli topraklar ve su kaynaklarına sahip olan Keşmir; kuzeyde Afganistan ve Çin’e, güney ve batısında Pakistan’a, doğu ve güneyinde de Hindistan’a komşudur. Himalayaların güneyinde uzanan, bol akarsulu yeşil alanlardan kaynaklanan doğal güzellikleriyle de bilinen Keşmir’de, bölgede hüküm süren Türk Babür imparatorları konaklar yaptırarak yaşamış, daha sonra İngilizler de bu geleneği de devam ettirmiş ve bölgeye Cennet Vadi ve YeşilVadi gibi isimler vermişlerdir.

Pakistan’a göre Keşmir’in çoğunluğu Müslümanlardan oluştuğundan Keşmir Pakistan’a katılmalıdır. Çünkü Pakistan’a göre çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bir bölgeyi Hindistan himayesine bırakmak Pakistan için ciddi anlamda bir tehdit oluşturmaktadır.

Keşmir Sorunu, Pakistan ordusunun, ülkenin iç ve dış politikasında hakim bir rol oynamasına sebep olmuştur. Generaller, Keşmir sorunu kaynaklı krizlerde sivilleri, Hindistan’a karşı sert bir politika izlemedikleri gerekçesi ile eleştirmiştir. Pakistan ordusunun bu gibi söylemlerinin arkasında sahip olduğu ayrıcalıklı konumu kaybetmeme isteği yatmaktadır. Demokratik bir rejimde hesap verilebilirlik önemli bir ilkedir. Halk bu ilke ile yöneticilerin idari faaliyetlerini denetleme imkanına sahip olur. Bütçeden askeri harcamalara ayrılan payın görece yüksek olduğu Pakistan’da, Ordu, askeri harcamaların denetimine müsaade etmemektedir. Hindistan ile devam eden sürekli kriz ortamı, Pakistan ordusuna ihtiyaç duyduğu meşruiyeti sağlamaktadır. Bu nedenle, Pakistan ordusu için “kriz politikasını” bırakması demek, sahip olduğu ayrıcalıklı konumunu kaybetmek demektir.

Bir diğer önemli kriz ise Pakistan-Afganistan krizidir. Bir ülkenin yönetim argümanının temelinde din yer almakta ise o ülkede iç karışıklıkların fitili her zaman din kavramı üzerinden ateşlenmektedir. Dolayısıyla Pakistan gibi bir Ortadoğu ülkesinin kendi iç siyasetindeki karışıklıkların yaşanmasının temelinde bölge genelinde olduğu gibi dini tehdit altında bırakan unsurlar yatmaktadır. Kısaca değinmek gerekirse Sovyetlerin Afganistan’ı işgali ile birlikte ABD açısından zengin petrol kaynaklarına sahip körfez bölgesi Sovyetlerin eline geçme endişesi doğurmuştur. Dolayısıyla islâmın tehditlere maruz kaldığı bir argüman yaratılmıştır. Sonuç olarak ABD-Pakistan arasında örtüşen çıkarlar çerçevesinde yaşanan bu kriz Pakistan-Afganistan arasında bir dönüm noktası olmuş ve dünya ülkelerinin ekmeğine yağ sürmüştür. Uluslararası perspektifte zayıf ve yorgun bir ülkenin ya da devletin ele geçirilmesi her zamanki gibi dünya ülkeleri açısından oldukça kolay olmuş ülke içinde yine karışıklıklar yaratılarak amaçlar gerçekleştirilmiştir.

Bir diğer önemli kriz ise bu her ne kadar ülke için olumlu bir unsur olsa da dünya gündemini oldukça meşgul eden bir durum olmuştur.  İslam ülkeleri içinde nükleer silaha sahip tek ülke potansiyeline sahip olan Pakistan dünya gündemini bu açıdan oldukça meşgul etmektedir. Pakistan’ın Nükleer Programı, askeri yönetim tarafından 1979 yılında idam edilen Başbakan Zülfikar Ali Butto tarafından, Butto’nun Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı döneminde, Ocak 1972 ayında başlatılmıştır. Nükleer Program, Butto önderliğinde, ülkenin önemli fizikçileri ve mühendisleri ile Mutlan şehrinde düzenlenen toplantı sonrasında başlatılmıştır. Hindistan’ın 1974 yılında yaptığı nükleer denemelerin verdiği ivme ile yapılan çalışmalar neticesinde, 1970’li yılların sonlarında Pakistan’ın Nükleer Programı hassas bir uranyum zenginleştirme seviyesine ulaşmıştır.

SONUÇ

Pakistan’ın kendi kendine yeten bir ülke olma çabasının yanında tüm bu unsurların geniş perspektiften ele alınarak bakıldığında Ortadoğu’da adeta sessiz ancak bir o kadar da etkili bir ülke olarak ortaya çıktığı gözlemlenmektedir.

Sadece bölgesel olarak tehdit unsuru oluşturmakla kalmayıp dünya ülkelerini de kimi zaman bir koridor, kimi zaman da bir köprü görevi görerek örnek olarak güncel çerçevede Afganistan’a açtığı koridor verilebilmektedir ve buna benzer girişimleri çerçevesinde bölgede bir gizli bahçe görevi gördüğü söylenebilir. Ancak en önemli özelliği bir nükleer potansiyele sahip ülkenin her ne kadar geri kalmış bir çerçeve içinde süregelen ülke olarak gözükse de dünya gündemi her yeni günde değiştiğinden ulusal potansiyele sahip, teknolojik unsurları elinde barındıran ülkelerin desteğini alabilecek bir özelliğe sahiptir. Bu açıdan da çıkar amaçlı kullanılma özelliği oldukça çoktur. Bölgesel düzeyde dinin bir tehdit argümanı olarak kullanılması ise Ortadoğu İslam ülkelerinin hemen hepsinde olduğu gibi hâlâ tek bir seferde bile karışıklıklara, krizlere sebep olduğu ne yazık ki yadsınamaz olmuştur. Pakistan bunun açık ve net bir örneğidir.

 

KAYNAKÇA

Bora İyiat, Bir Milli Güvenlik Riski Olarak Suriyeli Göçmenler: Pakistan Örneği, Ankara

Cengiz Topel Mermer, “Siyasal Bütünlük Ve Bölgesel Sorunları Açısından Pakistan”, İstanbul,2010

Crompton, Samuel Willard (2007), Modern WorldNations:Pakistan (Second Edition),New York: Chelsea House

Çağla Gül Yesevi, KARDEŞLİK ve GÜVENLİK ÜZERİNDEN PAKİSTAN’I OKUMAK: Afgan Mültecilerin Pakistan’a Siyasal ve Sosyo-Ekonomik Etkileri, 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Ankara, 2019

Fahir Armaoğlu, , 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi: 1914-1995, (18. Baskı), İstanbul: Alkım Yayınevi. 2012

İsmail Akbaş, Geçmişten Geleceğe Türkiye Pakistan İlişkileri, 1. Baskı, Zeus Kitabevi Yayınları, İzmir, Mart 2013

Malik, H. Iftikhar , The History Of Pakistan, Connecticut:Greenwood Press.2008,S.120-121

Kerem Gökten Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru Ve Yeni Güney Asya Jeopolitiği, 2019

Malik İftikhar (2002), “The Afganistan Crisis And TheRediscovery Of The Frontline State“, Asian Survey, 42 (1)

Md Jaynal Abedin, Keşmir Sorunu ve Hindistan-Pakistan Nükleer Silahlanma Yarışına Etkisi, İSTANBUL,2019

S. Oral.,Zor Vatan. Ankara: Arkadaş Yayınları, 2007

Salim Çevik, Pakistan Siyasetini Anlama Kılavuzu, Seta, Ankara, 2013

Uğur Paktaş, “Uluslararası İlişkilerde Kırılgan Devlet Söylemi, Nedenleri Ve Yaklaşımlar: Pakistan Örneği”, Selçuk Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2015

Whaites, Alan , “Political Cohesion İn Pakistan: Jinnah And TheIdeological State“, Contemporary South Asia, 7 (2), 199

Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir