
TÜRKİYE’DE MİLLÎ EĞİTİM ÇATISI ALTINDA MİSYONERLİK FAALİYETLERİ
Türk tarihinde yapılan araştırmalar her ne kadar 19. yüzyıl itibariyle misyonerlik faaliyetlerine odaklanmış olsa da dünya tarihine bakıldığında bu hareketin çok daha eskilere dayandığı görülmektedir. Hz. İsa’nın etrafında topladığı havarilere “Gidiniz ve yeryüzündeki her yaratığa İncil’i anlatınız.” diyerek verdiği vaaz aslında dünyadaki ilk misyonerlerin bu havariler olduğunu ortaya koymaktadır (Sezer, 1999). Buradan hareketle genel manada Hristiyanlığı yayma çabasına misyon; Hristiyanlığı yaymakla görevli kişilere misyoner ve bu din yayma faaliyetinin adına da misyonerlik denilmektedir (Türk Dil Kurumu, 2,25).
Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde yürütülen misyonerlik faaliyetlerini incelemeden önce misyonerliğin genel tarihinden bahsetmekte fayda görüyoruz. Öyle ki bu tarihî serencam içerisinde misyonerlerin yayılma metotları ve teşkilatlanma biçimleri dikkatle incelendiği takdirde bu örgütün Türk topraklarında atılan tohumları ve takip eden süreç de daha iyi anlaşılacaktır.
Misyonerliğin Tarihi, Amacı ve Kullandığı Metotlar
Öncelikle misyonerler ilk zamanlar Hristiyanlığı yaymak amacıyla kiliseler kurarak buralarda teşkilatlanmışlardır. Makedonya, Yunanistan ve Anadolu’yla başlayan bu hikâye zamanla sınırlarını daha da genişleterek bütün Roma dünyasına yayılmıştır. Yüzyıllar süren bu yoğun çabalar neticesinde 9. yüzyılda Almanların, 10. yüzyılda ise İskandinavların Hristiyanlık inancını benimsedikleri görülmektedir. Roma Katolik Kilisesi tüm Avrupa’ya hâkim olduktan sonra artık düğmeye basmış ve tüm dünyanın Hristiyan olması için 1662’de Vatikan’da “Misyon Bakanlığı”nı kurmuştur.
Misyonerlik faaliyetlerinin daha etkili bir şekilde yürütülmesi amacıyla, Almanya, Fransa ve Belçika gibi Avrupa ülkelerinde çeşitli enstitüler kurulmuş ve misyonerlik çalışmalarını daha verimli kılacak elemanların yetiştirilmesi için yeni okullar açılmıştır (Güngör, 1963). Bu süreçte, başlangıçta bireysel çabalarla başlayan misyonerlik faaliyetleri, zamanla daha organize bir hale gelerek, emperyalizmin öncüsü olan güçlü bir yapıya dönüşmüştür. Misyonerlik alanında kurulmuş en eski ve en güçlü organizasyonların başında, İngilizler tarafından kurulanlar bulunmaktadır. 1646’da Londra’da kurulan “Hıristiyanlığı Yayma Cemiyeti,” hızla yayılarak birçok ülkede binlerce şube açmıştır. 19. yüzyılda bu sayının 7 bine ulaştığı görülmüştür (Karabekir, 1939). “Dünyanın Hıristiyanlaştırılması” hedefiyle (DeNovo, 1963, s. 8-9) yoğun bir şekilde çalışmalar yapan misyonerler, kurdukları cemiyetler ve teşkilatlarla, amaçlarına sistemli ve organize bir şekilde ulaşmayı amaçlamışlardır.
Misyonerliğin belirgin amacı dini yaymaktır. Yani, misyonerler kendi ifadeleriyle, “dinsiz dünyayı Hıristiyanlaştırmak” amacını gütmektedirler. Bunun için İncil’i öğretmek, Hıristiyan olmayanları bu dine davet etmek ve kendi mezheplerine insan kazandırmak için yoğun çaba sarf ederler. Nihai hedefleri ise dünya üzerinde güçlü bir Hıristiyan topluluğu oluşturmaktır. Ancak, zamanla misyonerliğin sadece dini hedeflerle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda siyasi, ekonomik, sosyal ve idari pek çok amacı da içinde barındırdığı gözlemlenmiştir. Özellikle sömürgecilik döneminde, misyonerlerin bağlı oldukları ülkelerin emperyalist amaçlarına hizmet ettikleri bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. İncil’in hizmetkârı olarak kendilerini adayan misyonerler, bu hedeflere ulaşmak için her türlü yolu ve yöntemi kullanmaya gayret etmişlerdir. Gittikleri ülkenin dilini, dinini ve kültürünü öğrenerek, eksiklikleri tespit edip buna göre hareket etmek, onların temel görevlerinden biri olmuştur (Kocabaşoğlu, 1989, s. 24-33). Bu sebeple misyonerler bazen bir doktor, öğretmen, din adamı ya da barış gönüllüsü olarak çalışmışlardır. Onlar için amaçlarına ulaşmanın yolu, her meslek ve yöntemden yararlanabilmektir.
Misyonerler, kendi din, dil ve kültürlerini yayabilmek için okul, hastane, matbaa gibi çeşitli kurumlar kurarak, bu kurumları araç olarak kullanmışlardır (Kocabaşoğlu, 1989, s. 25). Bu kurumlar arasında en etkili olanı ise okullardır. Zira eğitim yoluyla insanları Hıristiyanlaştırmak, misyonerlerin ana hedefi olmuştur. Henry Jessup’a göre, misyonerliğin başarısı için okullar temel bir gereklilik olarak kabul edilmiş ve “Hıristiyan misyonerleri okulunda eğitim, yalnızca bir araçtır. Asıl amaç ise insanları İsa’ya götürmek ve fertleri, milletleri Hıristiyan yapana kadar onları eğitmektir” şeklinde ifade edilmiştir (Halidi & Ferruh, 1991, s. 12). Bu sebeple misyonerler gittikleri her ülkede, dini kurumlarının yanı sıra okullar da kurmuşlardır.
Misyonerlerin kullandıkları diğer bir yöntem ise, yerel kültürleri yok etmeye yönelik çalışmalar yapmaktır (Güngör, 1963, s. 12). Bu amaçla, kitaplar, gazeteler, dergiler ve broşürler aracılığıyla etkili olmayı, İncil’i tanıtıcı kurslar açmayı, radyo ve televizyon gibi yayın araçlarını kullanarak programlar yapmayı, seminerler ve konferanslar düzenlemeyi, izci organizasyonları kurmayı ve çeşitli sportif faaliyetlerle insanlara ulaşmayı hedeflemişlerdir. Kısacası, okullar, kolejlere ek olarak yabancı dil kursları, hastaneler, dispanserler, yayınevleri ve Kızılhaç gibi pek çok kurum misyonerlerin amaçlarına ulaşmak için kullandıkları araçlar arasında yer almaktadır.
Osmanlı’da Misyoner Faaliyetler
Osmanlı topraklarına dinî ve mezhebî amaçlarla gelen misyonerler, zamanla kendi ülkelerinin Osmanlı üzerindeki nüfuzunu artırma çabalarında birer araç hâline geldiler. Osmanlı Devleti’nin çok dinli ve çok etnik yapıya sahip olması, misyoner faaliyetleri için elverişli bir ortam sunuyordu. Azınlıklara tanınan geniş haklar ve yabancı devletlere verilen kapitülasyonlar da bu faaliyetlerin gelişmesi için önemli fırsatlar olarak değerlendirildi. Bu nedenle Osmanlı’daki misyonerlik faaliyetlerini incelerken, yalnızca dini yönü değil, aynı zamanda siyasi, kültürel, ticari ve ekonomik boyutları da göz önünde bulundurulmalıdır.
Her ne kadar 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren misyoner faaliyetleri hız kazansa da bu çalışmaların kökeni çok daha eskiye dayanmaktadır. İstanbul, İzmir ve özellikle Kudüs gibi kutsal yerlerin keşfedilmesi amacıyla başlayan misyonerlik faaliyetleri, sömürgeciliğin gelişmesiyle birlikte ticari ve siyasi bir karakter kazanmış ve bu çerçevede “Şark Meselesi”nin bir parçası hâline gelmiştir. Bir siyasî kavram olarak 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkan “Şark Meselesi”, bazı tarihçiler tarafından Türklerin Anadolu’ya geliş tarihi olan 1071’e kadar götürülmektedir. 17. yüzyıla kadar Hristiyan Avrupalılar, Türklerin Anadolu’da ve Balkanlar’da ilerleyişini durdurmaya çalışmış ancak bunda başarılı olamamışlardı. Ancak, bu yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti Batı karşısında toprak kaybetmeye başlayınca savunma pozisyonuna geçmişti. Bu süreç boyunca Batılı devletler, Osmanlı’yı ekonomik ve siyasi açıdan zayıflatırken, aynı zamanda ülkedeki azınlık milliyetçiliğini destekleyerek Osmanlı topraklarını parçalamaya çalıştılar (Kodaman, 1997). Bu amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları en önemli yöntemlerden biri de misyonerlik faaliyetleriydi.
- yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı Devleti’nin Anadolu, Boğazlar, Ortadoğu, Akdeniz havzası, Makedonya ve petrol bölgeleri gibi jeopolitik ve stratejik açıdan önemli topraklara sahip olması, misyonerlerin ilgisini daha da artırdı. İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya gibi büyük güçler, Osmanlı üzerindeki etkilerini artırmak için misyonerleri bir araç olarak kullandılar ve bu rekabet yeni sorunlara yol açtı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda misyoner okullarının açılmaya başlanması 19. yüzyıla dayanır. Türkiye’deki ilk misyoner okulu, 1826 yılında Miss Mary Reynold tarafından İzmir’de açılmıştır. Bu kadın, diğer Amerikan misyonerleriyle birlikte Türkiye’ye gelmiş ve amacı, “Türk çocuklarına hayat yolunu öğretmek” olmuştur. Açılan okul oldukça başarılı olmuş, ancak dört yıl sonra Miss Reynold İstanbul’a transfer edilmiştir. Başlangıçta İzmir ve İstanbul gibi kıyı şehirlerine gelen Amerikalı misyonerler, zamanla iç bölgelere doğru yayılmaya başladılar. Misyonerlerden beklenen ilk görev, yerel halkın arasına karışarak onların yaşam biçimi, dini inanışları ve eğitim düzeyleri hakkında detaylı bilgi toplamaktı. Özellikle din adamlarının sayısı, eğitim seviyeleri ve halkın moral durumu gibi konular üzerinde çalışmaları isteniyordu. Bunun yanı sıra misyonerlere verilen bir diğer önemli görev ise “bu kutsal ve vaat edilmiş toprakları silahsız bir haçlı seferiyle geri almak” için gerekli faaliyetleri yürütmekti (Kocabaşoğlu, 1989, s. 30-33).
1904 yılı itibarıyla Orta Doğu’da yaklaşık 60 bin öğrenciye sahip, 6 bin kadar misyoner okulunun faaliyet gösterdiği bilinmektedir. İzmir’deki okulu takip eden yıllarda, Ayıntap, Harput, Arapkir ve Mazgirt gibi şehirlerde Amerikan-Ermeni misyoner okulları açılmıştır. Aynı zamanda Kudüs’te Papaz Gobath, Suriye’de ise Dr. Holt Yates’in okulları faaliyete geçmiştir. İstanbul, Orta Doğu misyonerlik faaliyetlerinin en önemli merkezi olmuştur. Osmanlı döneminde İslam dünyasının merkezi olan İstanbul, günümüzde de güçlü bir Müslüman devletin büyük kültür merkezi konumundadır. Alman Doğu Misyonları Müdürü Dr. Lepsiyos, bu konuda yazdığı bir makalede İstanbul’un önemini vurgulamış ve şunları ifade etmiştir:
“Salip ve hilal arasındaki mücadele, müstemlekelere ya da Afrika’ya değil, İslamî hareketlerin Asya ve Afrika’ya yayıldığı asıl merkezde yapılmalıdır. Bütün İslam milletleri sabırsızca İstanbul’a odaklanmıştır. Eğer burada bir şey yapılmazsa, diğer yerlerdeki çabalar büyük ölçüde boşa gider.”
Bu nedenle, misyonerlik organizasyonlarının en büyük ve en etkili olanı, Amerikan Board’u, Anadolu, Rumeli ve Suriye bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Bu organizasyon, 7 Darülfünun, 43 yüksekokul, 417 okul ve 5 dini müessese ile oldukça güçlü bir yapıya sahip olmuştur. Ayrıca Beyrut Darülfünunu da dahil olmak üzere, Yakın Doğu’da 188 farklı müessese ile faaliyette bulunmuşlardır. Fransızlar 560, İngilizler ise 50 müesseseye sahipti.
Orta Doğu’daki misyoner faaliyetleri, Batı Türkiye, Orta Türkiye ve Doğu Türkiye olmak üzere üç bölgeye ayrılmaktadır. Batı Türkiye misyonunun etkinlik alanı, Avrupa’ya yakın olan bölgeleri kapsamaktadır. Bu misyon bölgeleri arasında İstanbul, Türkiye’nin ikinci büyük şehri İzmir ve ülkenin en büyük şehirlerini kapsayan bir bölge yer alır.
İstanbul, bu misyoner faaliyetlerin merkezine dönüşmüş ve burada yapılan çalışmalar geniş bir etki yaratmıştır. 1910-11 yıllarında Averdaper adlı gazete, yerel halkın ilgisiyle yayımlanmış ve İncil vaazları yapan bir platform haline gelmiştir. Bu gazete, başlangıçta Mr. McCallum’un denetiminde çıkarken, birkaç yıl sonra yerli bir Ermeni tarafından yönetilmeye başlanmıştır. Misyonerlik organizasyonu da gazetenin yayılması için maddi destek sağlamış ve kitap satışları konusunda aynı şekilde bir komisyon oluşturulmuştur.
Sultan II. Abdülhamid döneminde, Türkiye’deki İtalyan, İngiliz, Rus, Avusturya, Alman ve Amerikan misyoner müesseseleri sayıca arttı. 400’den fazla Amerikan müessesesi bulunduğu dönemde, Osmanlı devleti bu okulları sıkı bir şekilde denetlemiş ve ruhsatsız olanları kapatmıştır. Ancak, Amerikan hükümeti bu okulların tescil edilmesini talep ederek, bunun yapılmaması durumunda diplomatik ilişkilerin kesileceği tehdidinde bulunmuştur. Sonunda, bu talepler üzerine, 10 Amerikan misyoner okulu tescil edilmiştir. Bunlar şu şekilde sıralanmıştır:
- Kayseri ve Talas’ta erkek ve kız okulları, çocuklar için bahçe okulu, hastane, misyoner ikametgahları ve eczane.
- Tarsus Koleji.
- Selanik’te mabed, misyoner ikametgahları ve ek binalar.
- Van’da erkek ve kız okulları, yetimhane, hastane, eczane, misyoner ikametgahları ve ek binalar.
- Selanik’te Sanayi ve Ziraat Okulu.
- İzmir’de erkek ve kız okulları.
- Adana’da misyoner ikametgahları ve kız okulu.
- Sivas’ta erkek ve kız okulları, mabed ve misyoner ikametgahları.
- Maraş’ta kız koleji, ilahiyat okulu ve misyoner ikametgahları.
- Beyrut Koleji ve ek binaları.
Sonunda, Osmanlı hükümeti, bu okulları tescil ederek, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkileri bozmayı engellemeye çalışmıştır.
Osmanlı yöneticileri, misyoner okullarını denetim altına alarak zararlı faaliyetlerini engellemeye yönelik çeşitli düzenlemeler getirmeye çalışsalar da kapitülasyonlar ve Batılı devletlerin baskıları nedeniyle bu denetimler istenildiği gibi uygulanamamıştır. Bu nedenle, birçok misyoner okulunda Türklük ve Müslümanlık karşıtı propagandalar yapılırken, Türkçe gibi derslerin yetersiz verildiği kaynaklarda belirtilmektedir. 1900 yılı itibarıyla yalnızca Amerika’ya ait 400’den fazla okulda yaklaşık 20 bin öğrenci eğitim görürken, aynı dönemde Osmanlı’da faaliyet gösteren idadi ve sultani sayısı yalnızca 69 olup, toplam öğrenci sayısı yaklaşık 7 bin idi. Osmanlı topraklarında bulunan toplam yabancı okul sayısının 2 bin civarında olduğu bilinmektedir. Azınlıkların kendi açtıkları okullar da eklendiğinde, bu sayı 10 bine yaklaşmaktadır. Bu durum, Osmanlı Devleti’nin zayıfladığı dönemlerde, Batılı devletlerin desteğiyle bağımsızlık kazanan azınlık topluluklarının ayrılmasında misyoner okullarının oynadığı rolün göz ardı edilemeyeceğini göstermektedir. Nitekim, 1829’da Yunanistan’ın, 1908’de Bulgaristan’ın ve I. Dünya Savaşı sonrasında Arap topraklarının Osmanlı’dan kopmasında misyonerlik faaliyetlerinin önemli bir etkisi olmuştur.
Osmanlı döneminde oldukça etkin olan misyonerler, bu faaliyetlerini Cumhuriyet’in ilk yıllarında da sürdürmek isteseler de yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde aynı ortamı bulamamışlardır. Osmanlı’nın kozmopolit yapısı, azınlıklara tanıdığı geniş haklar ve yabancı devletlere verdiği kapitülasyonlar nedeniyle oldukça rahat hareket edebilen misyonerler, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam bağımsızlık ilkesine dayalı, milli ve laik bir yapıya sahip olması nedeniyle ciddi kısıtlamalarla karşılaşmışlardır. Özellikle, 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile kapitülasyonların kaldırılması ve Türkiye’nin siyasi ve hukuki varlığının Batılı güçler tarafından tanınması, misyoner faaliyetlerinin önüne önemli bir set çekmiştir. Yeni Türkiye Cumhuriyeti, homojen bir yapıya kavuştuğu için köklü inkılaplar gerçekleştirilmiş ve toplumu “muasır medeniyet seviyesine” çıkarmak amacıyla eğitim başta olmak üzere birçok alanda yeni düzenlemeler yapılmıştır.
Bu çerçevede, 3 Mart 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim sisteminde birlik sağlanarak tüm okullar Millî Eğitim Bakanlığı’na (MEB) bağlanmıştır. Medreseler kapatılmış, eğitimin milli ve laik esaslara göre düzenlenmesi sağlanmıştır. Lozan Antlaşması’na ekli mektuplarla, yabancı okulların Türk yasalarına uymaları ve dini propaganda yapmamaları şart koşulmuş, böylece Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminde tam egemenlik hakkını kullanmaya başlamıştır. Osmanlı ve Millî Mücadele dönemlerinde misyoner okullarının çeşitli ayrılıkçı gruplara destek sağladığı göz önünde bulundurularak, bu tür faaliyetlerin önüne geçmek amacıyla sıkı denetimler getirilmiştir.
Bu dönemde yabancı okullara yönelik alınan başlıca tedbirler şunlardır:
- Okulların yeni bina yapmalarına, mevcut binalarını genişletmelerine veya yeni okul açmalarına izin verilmemesi,
- Eğitim programlarının, ders kitaplarının ve öğretmen kadrosunun MEB tarafından denetlenmesi,
- Türk kültürünün korunması amacıyla Türkçe, Türk tarihi, coğrafya ve yurt bilgisi derslerinin Türk öğretmenler tarafından Türkçe olarak okutulması zorunluluğunun getirilmesi,
- Yabancı okul müdürlerinin yanında bir Türk müdür yardımcısının bulunmasının zorunlu kılınması,
- 1931’de çıkarılan bir kanunla, ilkokul çağına gelen Türk çocuklarının yalnızca Türk okullarına gitmesinin sağlanması.
Bu denetimler sonucunda, kurallara uymayan birçok yabancı okul kapatılmıştır. 1924 yılında kırka yakın İtalyan ve Fransız okulu kapatılmış, 1928’de ise Bursa Amerikan Kız Koleji misyonerlik faaliyetleri nedeniyle kapatılan okullar arasında yer almıştır (Sezer, Atatürk Döneminde Yabancı Okullar(1923-38), 1999). Buna rağmen, bazı yabancı okullar belirlenen kurallara uymakta direnmiş ve dini propagandaya devam etmiştir. Örneğin, bu okullara gönderilen talimatlara rağmen, dini tasvirlerin kaldırılmadığı, Türk ve Müslüman öğrencilerin pazar günleri ayinlere götürüldüğü ve ders kitaplarında İncil’den alıntıların yer aldığı sıkça karşılaşılan sorunlar arasında olmuştur.
Cumhuriyet döneminde faaliyetlerini sürdüren yabancı okullar arasında Fransızlara ait St. Joseph, St. Michel, St. Benoit ve Notre Dame de Sion, Amerikalılara ait İstanbul Robert Kolej, Üsküdar Amerikan Kız Koleji, Tarsus ve İzmir Göztepe’deki Amerikan Kolejleri yer almaktadır. Ayrıca, bazı İtalyan okulları ile İngiliz, Alman, Avusturya ve Bulgar okulları da faaliyetlerine devam etmiştir. Ancak, Osmanlı döneminde binlerle ifade edilen yabancı okul sayısı, Cumhuriyet’in sıkı denetimleri ve eğitim politikaları sonucunda onlar seviyesine kadar düşmüştür.
Cumhuriyet yönetimi, Osmanlı dönemindeki gibi yabancı okulların bağımsız bir şekilde hareket etmelerine izin vermemiş, milli eğitim politikaları çerçevesinde bu kurumları sıkı denetim altına almıştır. Özellikle, eğitimde milli ve laik esasların benimsenmesi, misyoner faaliyetlerinin büyük ölçüde önüne geçmiştir.
Sonuç
Türkiye’nin Asya ile Avrupa arasında köprü konumunda yer alması, zengin doğal kaynaklara sahip olması ve tarih boyunca farklı medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir bölgede bulunması, çeşitli tehditlere açık hale gelmesine neden olmuştur. Jeopolitik ve jeostratejik önemi nedeniyle, Türkiye’nin güçlenmesini istemeyen bazı çevrelerin çeşitli yollarla ülkemize yönelik gizli ve örtülü faaliyetler yürüttüğü bilinmektedir.
Bu tehditlerden biri de yüzyıllardır Türkiye’de sürdürülen misyonerlik faaliyetleridir. Başlangıçta dini amaçlarla yapılan bu faaliyetler, zamanla emperyalist devletlerin siyasi, kültürel, ekonomik ve sosyal nüfuz sağlamak için kullandığı bir araç haline gelmiştir. Misyonerler, gittikleri toplumları kendi inanç, dil ve kültürel kimliklerinden uzaklaştırarak etkileri altına almayı hedeflemişlerdir. Bu doğrultuda, kültürel erozyon yaratıp mevcut değerler sistemini zayıflatarak, kendi inanç ve kültürlerini yayma çabası içine girmişlerdir. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için özellikle eğitim ve sağlık kurumlarından faydalanmışlardır. Açtıkları okullar ve sağlık merkezleri aracılığıyla, Osmanlı’daki farklı etnik ve dini unsurların bağımsızlık hareketlerine zemin hazırlamışlardır.
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu tür faaliyetlerin farklı yöntemlerle devam ettiği görülmektedir. Eğitim kurumlarında verilen dersler, yasadışı yollarla ülkeye sokulan yayınlar ve çeşitli kültürel etkinlikler misyonerlik çalışmalarının devam ettiğine işaret etmektedir. Bu tür dış etkilerden korunmak için toplumun her kesiminin bilinçlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Eğitim kurumları ve kitle iletişim araçları aracılığıyla toplumun bu konuda bilgilendirilmesi ve ilgili faaliyetlerin denetim altında tutulması, kültürel bütünlüğün korunması açısından gerekli bir tedbir olarak değerlendirilmektedir.
Kaynakça
DeNovo, J. (1963). American Interestand Policies in the Middle East. Minnesota: The University of Minnesota Press.
Güngör, E. (1963). Türkiye’de Misyonerlik Faaliyetleri. İstanbul: Bedir.
Halidi, M., & Ferruh, Ö. (1991). Misyonerler, Eğitim ve Siyaset. İStanbul: Beşikçi.
Karabekir, K. (1939). Misyonerlerin Faaliyeti. Yeni Sabah Gazetesi.
Kocabaşoğlu, U. (1989). Kendi Belgeleriyle inadolu’daki Amerika,19.Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner Okulları. İstanbul: Arba.
Kodaman, B. (1997, Ekim). Şark Meselesi. Türk Yurdu, 17(122), s. 22-32.
Sezer, A. (1999). Atatürk Döneminde Yabancı Okullar(1923-38). Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Sezer, A. (1999). Osmanlı’dan Cumhuriyet’e; Misyonerlerin Türkiye’deki Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi(16).
Türk Dil Kurumu. (2,25, 02 09). https://sozluk.gov.tr/ adresinden alındı

Türk Dünyası Raporu Mart 2025
Bunları da beğenebilirsiniz

Turkey as an Energy Hub: East Mediterranean Relationship With European Union
26 Nisan 2019
Türk’ün Yürek Sızısı: Hocalı Soykırımı
26 Şubat 2019