Analiz,  Genel,  Prof. Dr. Hüsamettin İnaç'ın Yazıları

Siyasi Krizler, Kimlik Siyaseti ve Dış Politika

Prof. Dr Hüsamettin İnaç

Dumlupınar Üniversitesi

 

Kimlik, özellikle küreselleşmenin etkinliğini genişlettiği iki binli yılların başından itibaren siyasetin merkezinde yer alan bir kategori haline gelmiştir. Bireye toplumsallaşma süreçleri içerisinde kazandırılan normatif unsurlar olarak tanımlayabileceğimiz kimlik kavramı, bir yere, bir objeye ya da bir kolektiviteye aidiyet yarattığı için ehemmiyet taşımaktadır. Nitekim psikolojik ve fizyolojik anlamda kendini güvende hissetmesi için herkesin mutlaka bir kimliğe sahip olması lazımdır. Bu kimlik bir aileye mensubiyeti beraberinde getirebileceği gibi dini, mezhebi, ırki, ulusal ve etnik bir kolektiviteden de kaynaklanabilir.

Kuşkusuz herkesin kendi kimliğini öğrenme, kendi kimliğini sürdürme ve kimlik sahibi olmanın konforunu yaşama hakkı vardır. Zira kimlik, meşru ve toplumsal bir gerçeklik üzerinden tanımlanan bir aidiyet unsurudur. Kimlik tanımı gereği her ne kadar çatışmacı ve ötekilik yaratan unsurları bünyesinde barındırmış olsa da, birleştirici, uzlaştırıcı ve hedef oluşturucu işlevlere de sahip olan bir parametredir. Ancak burada kimliğin istismarını yaratan şey, ulusal ve uluslararası siyasete kurban edilmesidir ki bu durum, ‘kimlik siyaseti’ terimiyle ifade edilir.

Tüm bu bilgilerin ışığında kimlik siyaseti, insanın salt insan olarak değil de etnik kökeni, dini, mezhebi ve ulusal kökeni üzerinden siyasete dâhil edilmesidir. Başka bir ifadeyle insanların aidiyetlerine bağlı olarak siyasetin şekillenmesi, kimlik siyasetinin bir neticesidir. Bunun en bariz örneği, Suriye’de yaşanan iç savaştır. Bugün biz analistler Suriye’deki insani dram yerine, Ezidiler, Marunîler, Nusayriler, Kürtler, Türkmenler, Araplar, Sünniler ve Şiiler bağlamında siyasi plan, kestirim ve stratejileri konuşmak durumunda kalmaktayız. Bu durum insan merkezli bir dünya kurmayı engellemekle kalmıyor, gerek ulusal ve gerekse uluslararası arenada yeni çatışmaların, yeni bölünmelerin, algı operasyonlarının, asimetrik mücadelelerin ve vekâlet savaşlarının nedeni haline geliyor.

Bu bakımdan modernliğin, demokrasinin, yönetici yönetilen ilişkilerinin ve hali hazır yönetim biçimlerinin sıkça tartışıldığı, toplumsal ve kamusal temsiliyet meselelerinin çokça sorgulandığı bir dönemden geçmekteyiz. Bir yanda yerleşik demokrasiler olarak gördüğümüz ülkelerde halkların memnuniyetsizliğini gösterdiği sokak protestolarına ve yönetimlerin bu sosyal hareketler karşısında maruz kaldığı acziyete tanıklık etmekteyiz. Öte yanda ise sosyolojik zamanın adeta durduğu geri kalmış ya da gelişmekte olan ülke kategorisinde görülen ülkelerde demokrasi ve daha fazla temsiliyet için insanların sokaklara döküldüğüne şahit olmaktayız. Öyle ki günümüz dünyasında yönetim anlayışı ve siyasal temsil algıları üzerinden tartışmanın yürütülmediği bir coğrafya yok gibidir. Malların, paranın, sermayenin ve işçilerin küre çapında dolaşımını esas alan küreselleşme, müzmin problemlerin de dolaşıma sokulmasına neden olmaktadır.

Sözü geçen bu kolektif temsil ve sembollerin gerçeği temsil yeteneği ortadan kalktığında, demode sembollere sımsıkı bağlı olan ve gerçekle bağını kopartmış olan siyasi liderlerin durumu içler acısı hale gelmektedir. Hitler Berlin’deki barınağında intihara karar verdiği son ana kadar ordularını maharetle yönettiğini düşünmekteydi. Saddam Bağdat önlerinde ABD ordusunu yok edeceğine tüm samimiyetiyle inanmaktaydı. Kaddafi kendisini tüm Libya’nın müşfik babası olarak görmekteydi.

Avrupa Birliği, Komisyon, Konsey ve Parlamento’nun kapalı kapılar ardında karar alan kurumsal yapısı, halkın kendini bu yapıya aidiyet problemleri, demokrasi kısıtı ve Avro kriziyle yüzleşmektedir. Gene benzer sıkıntıların sonucu olarak ortaya çıkan göçmen akınıyla yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve ayrımcılık gibi olgular, bu Kıta’nın ileriye dönük tüm projelerini akamete uğratmaktadır. Özellikle yakın zamanda Almanya’da halkın sokaklara dökülmesi ve bu kalkışma hareketine karşı polisin kullandığı orantısız güç kullanımı, Avrupa’nın bir uygarlık projesi olarak değerlerinin sorgulanmasına yol açmaktadır.

Öte yandan eğitimli nüfusun artan oranda işsiz kalması, diktatör yöneticilerin meşruiyetini yitirmesi ve küreselleşmenin getirdiği teknolojinin iletişim alanına da yansımasının bir neticesi olarak ortaya çıkan Arap Baharı, son üç yıldır önü alınamaz bir biçimde hiç yıkılamayacağı düşünülen yönetimleri alaşağı edebilmiştir. Ne var ki, sözü edilen bu yönetimler acı bir rövanşla kaybettikleri iktidarları birbiri ardı sıra ve yeniden kazanmışlar, daha fazla demokrasi ve daha fazla ekonomik refah bekleyen kitlelerin sevinçlerini kursağında bırakmışlardır.

Sınırlarımızın hemen ötesinde, Suriye’de yaşanan ve yedinci yılını dolduran iç savaş insani dramları beraberinde getirmekte, ölen ve kendi ülkesinde ve yurtdışında mülteci konumuna düşenlerin artık sayısı bile tutulamamaktadır. Balkan ülkeleri, bağımsızlıklarını kazandıkları 1990’lı yıllara hızla geri dönme tehdidiyle yüz yüzedir. Karmaşık bürokratik ve siyasi yapının sonucu olarak ortaya çıkan yatırımsızlık ve işsizlik probleminin yanı sıra iç içe yaşamak zorunda bırakılan farklı etnik yapıların arasındaki mücadele, savaş sonrası acemice çizilen sınırların yeniden sorgulanmasını gerektirmektedir. Son günlerde Bosna-Hersek’te yakılan isyan ateşi, tüm coğrafyayı boğacak bir yangının işaret fişeği olarak görülmelidir.

Kafkas cephesine ve Rusya’ya baktığımızda, Arap Baharının yeşerttiği tohumlardan kendini korumaya çalışan ve kendilerini halka karşı korumaya çalışırken daha fazla zalimleşen yönetimler görmekteyiz. Bunun en bariz örneği, Avrupa Birliği ile Şangay Örgütü, demokrasi ve despotizm arasında sıkışıp kalan Ukrayna’daki halk hareketleridir. Benzer bir kaygıyla yüzleşen İran ve Suudi Arabistan gibi ülkeler mezhep eksenli politikalar izleyerek krizi kendi sınırlarının dışında göğüslemeye çalışırken dünyaya istikrarsızlık ve karmaşa yaymaya devam etmektedirler.

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse bu siyasi krizlerin ortak özelliği, krizi çıkaranların zihinlerinde taşıdıkları kolektif temsil ve sembollerdir.  İçinde yaşadığımız toplumun kendine özgü niteliklerine dair toplumun karakteristik ve kendine özgü vasıflarını belirtmeye çalışan kavramlar olarak tanımlayabileceğimiz kolektif temsil ve semboller, hayatın gerçeklerini temsil etmekten uzaklaştıklarında, toplumların birbirlerini anlamalarını zorlaştıracak, yanlış algılamalara ve hatta husumet ve savaşlara bile neden olabilecek bir potansiyele sahiptirler.

 

Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir