Kapitalizm, Karantina ve Sonrası
Giriş
Neden, ne zaman ve nasıl var olduğu nesnel veriler ışığında tam anlamıyla çözülemeyen insanoğlunu ontolojik manada idrak etmek, pozitivist düşünceyi inkâr etmemekle birlikte ele alınan meşakkatli bir sosyolojik süreç olacaktır. İnsanoğlu var olmak ve çoğalmaktan öte yayılma ve sahip olma güdüsünün sınırsızlığıyla farklılık yaratır diğer canlılardan. Russell’in de belirttiği gibi; “her insan elinden gelse Tanrı gibi olmak ister. İnsanoğlunun sınır tanımayan isteklerinin en belli başlıkları; iktidar ve şan kazanma istekleridir”. Bu noktada Russell’den mülhem iktidar olma istenci siyasal alandan öte, sosyal/toplumsal alana ait fenomenlerle açıklanması gereken bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü iktidar istenci, insanoğlunun varlık gayesini gün yüzüne çıkaran “Tanrı kompleksinin” toplumsal düzleme “güç elde etme hırsı ve doğaya karşı tahakküm kurma iradesiyle” bezenmiş yansımasıdır. Yani toplumsal, siyasal ve ekonomik tüm alanın insan eliyle dönüştürülme sürecinde; bireyin her şeye muktedir olma egosunun karikatürize hali olarak “Tanrı kompleksinin” muhtevası yer almaktadır. İnsanlığa dair bütün bu karamsar tablonun asıl muhatabı ise, bireyi insan olarak kabul etmeyen; aksine sistemin devamı için var olması gereken bir tür “araç” sayan kapitalizmin hegemonik akılsallığıdır. Bu noktada Antik felsefede Eflatun’un “ey insan sen bir zamanlar Tanrıydın ama unuttun” sözü müspet manada insana yüklenen mananın derinliğini ifade ederken, menfi anlamda kapitalizm sonrası insanın uğradığı tedrici değişimi ve modernizm kıskacındaki insanın anlam erozyonuna uğrayarak profonlaşan bir zihnin Tanrı kompleksine dönüşümünü açıklamak açısından oldukça önemlidir.
Son günlerde yaşadığımız Korona salgınını, dünyanın her köşesinde aynı dertle dertlenen kitlelerin ortaya çıkışını ve bütün bu yaşananlar karşısında yönetenlerin tüm telkinlerine itaati yasa belleyen dünya insanlığının “özgür zihinlerini” anlamak gerçekten zor bir çaba olsa gerek. Aslında bugünü anlayabilmek “dünün insanının” nasıl bugünkü hâle dönüştüğü ile yakından ilişkilidir. İnsanoğlu varlığı itibariyle mülkiyet istencinin temerküz ettiği siyasal bir hayvandır. Ama bu istenç, ilk zamanlar ölçülü derecede hüküm süren bir malik olma güdüsünden beslenirken, kapitalizmin azametine yenik düşen ve “Faust Pazarlığı” olarak literatüre giren, ruhunu şeytana satan yeni bir insan portresinin karikatürize edilme sürecine dönüşmüştür. Kısaca bu insan, endüstri devrimi sonrası artan hırsının ve nefsinin kurbanı olarak Tanrı kompleksine kapılmış ve dünyevi değerler uğruna, insan olma özelliğinden doğan, ahlâk başta olmak üzere birçok ulvi hasletten vazgeçmeyi yeğlemiştir.
Sonuç olarak başımıza gelen bunca gailenin birçok müspet ve menfi sonuçları ortaya çıkmıştır. Aslında hiçbir gaile, zahirinde müspet sonuç doğurma eğiliminde olmasa da batînen bir takım faydalar sağlamaktadır. Bunu anlayabilmek için çağın bize empoze etmeye çalıştığı ve anlam/değer dünyamızı profanlaştırdığı ideolojik saiklerden soyutlanarak farklı bir düzlemde tefekkür etmek zorundayız. Martin Heidegger’in de ifade ettiği gibi; “hiçbir çağ bu çağın bildiği bunca şeyden daha çoğunu bilmedi. Hiçbirinin her şeyi bilmek ve ustaca aşılamak için bunca imkânı olmadı, ne var ki hiçbir çağın asıl olan hakkındaki bilgisi bizim çağımızdaki kadar da az olmadı”. Yani endüstri devrimi sonrası artan Fordist üretim tarzının dönüştürdüğü insan zihni, yaşanan pandemi karşısında sosyal, siyasal ve ekonomik birçok etkiye maruz kalarak yeni bir transformasyon süreci yaşamaktadır.
Sosyal Etkiler
Zamanla, insanın emek başta olmak üzere dayanışma ve kolektif şuur gibi kavramlara karşı yabancılaşması, içinde bulunduğumuz durumdan kurtulmanın anahtarı olarak ifade edilmeye başlandı. Çünkü insanoğlu, kapitalizmin ruhu olarakifade edilen münferit çıkarların toplumsal çıkarı sağlayacağı ve kendiliğinden bir düzenin inşası için bırakınız yapsınlar özgürlüğü karşısında küresel salgınla başa çıkmanın imkânsız olduğunu anlamak zorunda kaldı. Fakat sol eğilimli düşüncelerden yansıyanlar gibi; kapitalizmin ölümü de henüz söz konusu değildir. Bu noktada kapitalizm, klasik Marksist öğretinin dile getirdiği gibi; emeğin meta halini aldığı ve sermaye düzeninin varlığını devam ettirdiği egemen sınıfın ideolojisi şeklinde ifade edilen salt ekonomi politiği olan bir olgu değildir. Michel Foucault ve Pierre Bourdieu’nun belirttiği gibi; günümüzün egemen akılsallığı olarak, yönetme ve tahakküm olgularını içine olan sosyolojik düşünme şeklinin dönüştürülme aracıdır kapitalizm.
Salgının ülkemizde görüldüğü ilk günden bu yana artan dayanışma vurgusu ve “bizbizeyeteriz” başlığı, yerel ve merkezi siyasetin yeni bir siyasi üslup kazanmasına vesile olurken, artan fırsatçılık ve “sadece ben yaparım” bencilliğinintoplumsal düzleme yansımasında, yardımlaşmada bile siyasi ve ekonomik taassubun baş gösterdiği menfi sonuçlar doğurmuştur. Bütün bu yaşanan kısır tartışmalara rağmen, Türk milleti; hiç tanımadığı bir yaşlının sağlığı için temel hak ve özgürlüklerinden feragat ederek kendisini tecrit etme bilincine ermiştir. Böylece münferit çıkarların uyuşmadığı ama toplumsal faydanın ortaya çıktığı kolektif şuur her şeyerağmen yeniden kendini göstermiştir.
Sosyal açıdan göze çarpan en müspet gelişme, her şeye muktedir olduğunu sanan bireyin; hunharca katlettiği ekolojik dengenin, pandemi günlerinde kapalı tutulduğu habitat alanından bir gün nefes almak için en çok özlenen yer olması bilincine varmasıdır. Küçük bir seçkinler sınıfının dünyayı kirletmeye devam etmesi, dünya nüfusunun çoğunluğunu sefalete mahkûm edeceğini düşünürken bunun bedelini hep beraber ödemek zorunda kalmıştır. Tereddüt etmeden yok edilen doğal çevre bir gün insanoğlunun en çok ihtiyaç duyacağı ve “meta” olmaktan çıkacağı kavram olacak deselerdi güler geçerdim. Oysa dünyadaki endüstri devi ülkeler başta olmak üzere birçok kapital devlet, üretimin aksamasına bağlı olarak fabrikalarını durdurmak zorunda kalmıştır. Böylece uzun süre nefes almakta zorlanan tabiat, ciddi oranda azalan hava kirliliğinin yarattığı olumlu sonuç neticesinde nefes alabilmiştir. Fakat özgür iken tutsak altına aldığımız doğa, salgının baş göstermesiyle rövanşist bir pratikle insanlıktan intikam almak adına onu beton duvarların arasına tutsak etmiştir.
Sınırların ortadan kalması gerektiğini savunan ve tek dünya devleti kurma ütopyasıyla beslenen küreselleşme, çağdaş ideolojiler literatürünün en dikkate değer olgusudur. Özellikle 1980 sonrası başlayan dijitalleşme çağı ve beraberinde gelen teknolojik gelişme dünyayı kasıp kavuran yeni yönetimlerin ve yeni yönetim akılsallıklarının ortaya çıkmasına neden oldu. Kısaca belirtmek gerekirse, dijitalleşmenin fütursuzca yaşandığı 21. yüzyılın ilk çeyreğinde meydana gelen gelişmeler bize gösteriyor ki; herhangi bir ülkede ortaya çıkan müspet veya menfi duruma karşı refleks göstermemek imkasız bir hâl almıştır. Bunun en bariz örneği son günlerde yaşanılan Korona salgınıdır. Küreselleşen dünyanın olumsuz sonucu olarak kısa sürede pandemi ilan edilen Korona salgını, dünyanın müşterek sorunu halini almıştır. Bu sebeple ticari, sosyal ve siyasi olarak tüm dünya ülkelerini birbirine bağlayan küreselleşme olgusu, pandemi sonrası ciddi problemler yaşamaktadır. Fakat salgının bunca olumsuz sonuçlarının yanında küreselleşme olgusu şu noktayı gündeme taşıdı; her şey yeniden tanımlanacak ve herkesin herkesten sorumlu olduğu gerçeği küreselleşmenin ideolojik dünyasını dönüştürecek.
Siyasi Etkiler
Egemen sınıfın çıkarlarını korumaya yönelik işleyen kapitalist iktisadi modelin en önemli argümanı olarak burjuvazi ve resmi ideoloji arasındaki siyasi bağ her dönem kuvvetli olmuştur. Bu sebeple küresel sermaye burjuvazisi çoğu zaman siyasi iktidarların yönünü tayin etmede muktedir olmuşlardır. Özellikle Avrupa Birliği, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi ulus üstü kuruluşların tahakkümü altında küresel sermayeye entegre olma çabalarının yansımaları uzun vadede Türkiye açısından pek müspet sonuç yaratmamıştır. Buna paralel olarak Avrupa Birliği gibi siyasi ve ekonomik hegemonya aracı konumunda olan bu ulus üstü kuruluş, İngiltere’nin Brexit sürecinde ciddi yaralar almaya başlamıştır. Akabinde yaşanan Korona Salgını ile yeniden tartışmaya açılması muhtemel Avrupa Birliği’nin siyasi statüsü ilerleyen dönemde gündemi hayli meşgul edecek gibi duruyor. Çünkü Sırbistan sokaklarında salgınla mücadele çerçevesinde tıbbi ekipman desteği sağlayan Çin Hükümeti liderine karşı teşekkür bilboardları ve İtalya sokaklarında görüntülenen Rusya’ya ait kargo araçlarının tıbbi malzeme tedariği ve sokakları dezenfekte eden Rus askerlerinin alicenap tavrı AB’nin tartışmaya açılacağı yeni dönemi yansıtır niteliktedir.
Bir diğer mesele devlet kapitalizmine geçişin işaretlerini taşıyan müdahaleci bir pratiğin dünya siyasetinde nevş-ü nemâbulmasıdır. Yani negatif özgürlük anlayışının hâkim olduğu klasik liberal iktisat öğretisi, pandemi sonrası tüm dünyayı saran özgürlüklerin kısıtlanması gerekliliği üzerinde mutabık kalınan yeni devletçi kapitalizme evirilmektedir. Hâl böyle olunca özgürlük mefhumunun tanımı kapitalizminin yeni siyasi aklı ışığında dönüşüme uğramaktadır. Mesela demokratik yönetimin hâkim olduğu bir ülkede, yönetenler tarafından uygulanmaya konulmak istenen temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, yönetilenler tarafından anti-demokratik bir tavır olarak karşılanırdı muhtemelen. Oysa pandemi sonrası alınan bir dizi önlemin yetersizliğinden muzdarip olan “özgürlükçü kitleler”, sokağa çıkma yasağının uygulanmasını istemeye varan en rijit kararların alınmasını şiddetle talep etmektedir. Fakat dikkat çekmek istediğim nokta, dünya üzerindeki hükümetlerin aldığı önlemleri olumlu veya olumsuz olarak değerlendirmekten öte; özgürlük-güvenlik dengesinin insan hayatı tehlikeye girdiği anda, skalada güvenliğin ağır basması gerektiğini talep eden kitlelerin özgürlük tanımlarındaki kayda değer değişimidir. Önümüzdeki günlerde “bırakınız yapsınlar” aforizmasının yerini alacak farklı bir otorite yanlısı söylem sosyal bilimler alanının ilgi odağı olacaktır..
Ekonomik Etkiler
İnsanları harekete geçmeye yönlendiren olgunun, bireysel çıkarın itici gücü olması ve kapitalizmin ana akım iktisadi felsefesinin bu kaynaktan beslenmesi şüphesiz gelinen son durumu açıklamaktadır. Sahip olmak duygusu ve tüketme çılgınlığıyla bezenmiş insan, taleplerini karşılamaktan yoksun bırakıldığı bu günlerde market, pazar ve alışveriş merkezlerini yağmalamaya varan eylemleriyle, film kesitlerindeki zombi işgallerini andıran felaket senaryolarını yansıtmaktadır. Bu noktada kapitalizmin egemen iktisat öğretisi neo-liberalizm, homo-economicusun sınırsız arzularını devam ettirmenin bir aracı olarak faaliyet göstermektedir. Yaşanan pandemi sonrası ciddi sorunlarla yüzleşen dünya finans piyasaları, sosyalist düşünce ekoluna sahip teknokratların ifadesiyle neo-liberalizmin sonunun geldiğini düşünmeye başlamıştır. Oysa Pierre Dardot ve Christian Laval’ın “Dünyanın Yeni Aklı: Neoliberal Toplum Üzerine Deneme” isimli çalışmalarında ifade ettikleri gibi; “neo-liberalizm mali krizle birlikte yok olup gidecek geçici bir ideoloji olmadığı gibi; ticarete ve maliyeye başat yer veren bir iktisadi politika da değildir yalnızca… Yaşama, hissetme ve düşünme biçimimizdir. Söz konusu olan tam da varoluşumuzun biçimidir, yani itildiğimiz davranma biçimi, başkalarıyla ve kendimizle ilişki kurma biçimimizdir”. Kısaca söylemek gerekirse kapitalizm, salgın sonrası hayatın normale döndüğü önümüzdeki süreçte yeni bir ruhla eskisinden daha dinamik bir biçimde varlığını sürdürecektir. Önümüzdeki süreçte ekonomik açıdan farklı bir ideolojik zemin etrafında şekillenmesi, kapitalizmin yeni bir akılsallıkla varoluş normunu sürdürmeyeceği anlamına gelmemelidir.
Özellikle ABD’nin önemli hisse senedi endekslerinden DOWJ ve hisse senedi piyasasının yaklaşık %75’ini kapsayan S&P 500 borsa endeksinin, Covid-19 salgınıyla alt üst olması küresel finans krizinin yaklaştığına işaret olarak yorumlanmaktadır. Fakat Amerika Merkez Bankası (FED) veAvrupa Merkez Bankası (ECB) başta olmak üzere küresel sermayenin bekçileri ulus üstü kuruluşlar; sınırsız para basmak gibi rijit makro politikalarla finans piyasalarını toparlamaya çalışmaktadır. Görünen o ki salgının etkisinin hafiflemeye başladığı ve çalışma hayatının normale döndüğü günlerde artan işsizlik ve resesyonu önlemek adına basılan paranın enflasyonu arttırması su götürmez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Dünya ekonomisinin yaşadığı bunca olumsuzluk karşısında, neoliberalizm özelinde kapitalizmin öldüğünü söylemek saf dillilik olacaktır. Çünkü kapitalizm, kimi zaman politik, kimi zaman ekonomik, kimi zaman da toplumsal veçhesiyle kendini yenileyen günümüzün egemen akılsallığıdır.
Son olarak, pandeminin insanı eve hapsetmesi ve kapitalin üretim araçları üzerindeki egemenliğinin sekteye uğraması başta tarım olmak üzere katma değer sağlayan birçok emek “piyasasını” da olumsuz etkilemiştir. Özellikle salgının uzun süre devam edeceği şeklinde yapılan yorumlar, gıda stoğunu bir hayli azaltacaktır. Böyle bir sonuç pandemisonrası yaşanabilecek gıda tedariği sıkıntısının daha büyük felaketlere yol açabileceğini göstermektedir. Bu sebeple üretmeden tüketimin hız kazandığı bu günlerde tarımsal üretime yapılması gereken finansal destek, konut satışlarınıcazip hâle getirmek için alınan kararlardan çok daha elzemdir. Bu vesileyle beyaz adamın Kızılderili’ye verdiği mesajın biraz değiştirilmiş haliyle yazıma son vermek istiyorum; beyaz adam “betonun” yenmeyen bir şey olduğunu, son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde anlayacak...
Sonuç ve Değerlendirme
Her döneme ait farklı ideolojik olgularla kendini yenileyen kapitalizmin, bu gaileden sonra da yeni bir ruhla “dünyanın yeni egemen aklı” olma çabasını sürdüreceğine kuşku yoktur. Kimi egemen sınıfın geleceğin daha parlak olacağını şiddetle dile getirmesi veya kimi sol eğilimli zihinlerin geleceğin kesinlikle karanlık olacağı kehanetinde bulunmaları; kapitalizmin bir tür “yönetim akılsallığı” olduğunu görmezden gelerek yapılan yorumlardır. Kapital ve anti-kapital ayrımı yapmadan tüm dünya devletlerinin boğuştuğu korona salgını er ya da geç geçecektir. Fakat geriye kalan tek şey; korona salgını öncesi yaşanan dünyanın ve geçen zamanın, şuan yaşadığımız karantina sürecinden daha tutsak bir toplumsal dönem olduğu gerçeğidir. Bu sebeple insanoğlu bugünlerde yaşadığı tutsaklığı idrak edip, insan olmanın deruni manasını kavrayabilirse hayat boyu özgür olmanın hazzına erecektir. Son olarak Pascal’ın da ifade buyurduğu gibi; “aklın en üstün işlevi, insana bazı şeylerin aklın ötesinde olduğunu gösterme” çabası, bugün yaşadığımız asabiye ve bencilikten kurtulma reçetesi olarak sunulmaktadır.