Genel

Madrid Zirvesinde Ne Oldu?

  Doç. Dr. Altuğ Günal – Ege Üniversitesi     Öğretim Üyesi 

Bazı muğlak ifadelere rağmen, içerdikleri itibariyle söz konusu belgenin NATO Genel Sekreteri gözetiminde imzalatılmış olması dahi Türkiye açısından önemli bir diplomatik başarıdır. Ancak Memorandum of Understanding niteliğindeki bu belgenin Uluslararası hukukta bağlayıcılığı yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla sadece bu belgeye dayanarak Türkiye’nin ortaya koymuş olduğu bir takım çekincelerinden tamamen vazgeçmesi ve vetoları kaldırması büyük bir hata olur. Zaten NATO genişlemesinin tüm üye ülkelerin iç hukuklarında da onaylanması gerektiğinden, Türkiye henüz veto gücünü kaybetmiş değildir.
Diğer yandan söz konusu ülkelerin kamuoylarında Türkiye’nin taleplerinin meşru görülmediği, dolayısıyla zaman içerisinde, kamuoyunun da gerekçe gösterilerek Türkiye’ye verilen sözlerin, tutulmaması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Rogers Planı’ndan Annan Planı’na Türkiye daha önce bu konuda bir çok kez aldatılmıştır. Dolayısıyla bu metnin, gerektiğinde mahkemede hesabı sorulabilecek derece uluslararası geçerliliği olan hukuki bir niteliğe kavuşturulması hayati önemdedir. Hatta bu bile garanti sağlamayacaktır. Diğer yandan bu konuda fazla uzlaşmaz hareket etmenin getirebileceği bir risk ise; Finlandiya, İsveç ve ayrıca Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin NATO üyeliklerini, kendisine başka müttefikler sağlayamadan uzun süre tek başına engellemenin, diğer üyelerin Türkiye’yi devre dışı bırakacak bir formül arayışına girmelerine yol açma olasılığıdır. Kuzey Atlantik Şartı’nın buna müsaade etmemesine rağmen…

 


Doç. Dr. Ali Fuat Gökçe – Gaziantep Üniversitesi Öğretim Üyesi

Türkiye Madrid zirvesinde açık bir başarı elde etmiştir. Zirve öncesinde Türkiye’nin söz konusu iki ülkeden istemiş olduğu yazılı garanti alınmıştır. Bununla birlikte yazılı garantilerin uygulanmaması durumunda Türkiye veto hakkını saklı tutmaktadır. Bu zirve ve imzalanan protokol ile birlikte Finlandiya ve İsveç NATO’ya üye olmamış, sadece üyelikleri için hazırlık süreci başlamıştır. Türkiye oluşturmuş olduğu bir komisyonla bu süreci takip edecek, İki ülkenin mutabakatta belirtmiş oldukları noktalara riayet etmemesi halinde (terör örgütü mensuplarının iadesi, savunma sanayindeki ambargoların kaldırılması vb.) konu parlementoya dahi gönderilmeden rafa kaldırılacaktır.

Duha Sena Oskay – Önce Vatan Gazetesi Köşe Yazarı

Madrid’deki NATO Zirvesi’nin en çok konuşulan konusu hiç şüphesiz Türkiye, İsveç ve Finlandiya arasında imzalanan üçlü memorandum oldu. Öncesinde yoğun diplomasi trafiğinin yaşandığı zirveden sonra ulusal basın dahil birçok medya kuruluşunda “Türkiye istediğini aldığı” görüşü yansıtılıyor.Ancak yansıtılanın aksine “Türkiye daha fazlasını alabilirdi” düşüncesindeyim. Terör örgütü YPG ve FETÖ’nün, ilk kez NATO belgelerine girmesi başarısına ek olarak Türkiye, veto kartını iyi kullansaydı daha büyük başarılara imza atabilirdi. Varılan mutabakatların gerçekleşmesi çok kolay olacak dersek yanılırız. Gerek İsveç’in gerekse Finlandiya’nın iç hukuklarında değişikliğe gidilmeden terör örgütlerinin iadesi kolay olmayacaktır. Müttefiklik maskesi takan bazı NATO ülkeleri sadece teröre destek veren bir yapıya sahip değil, ayrıca Kıbrıs’ta iki devletli çözümü kabul etmekten kaçınan, ege adalarının silahsızlandırılmasına karşı ses çıkarmayan, Doğu Akdeniz’de mavi vatandaki sınırlarımız ve kıta sahanlığımız tanımayan ülkeler… ABD ve NATO için İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğinin ne kadar önemli ise Türkiye’nin çıkarı içinde bahsettiğim konular önem taşımaktadır.Şimdi ise ne yazık ki veto avantajı ile yüzde yüz bir başarı sağlama imkanımızı değerlendiremedik.

NATO ülkeleriyle geçmişte yaşanılan birçok deneyimle birlikte güven eksikliği yaşamamıza rağmen ‘veto avantajını’ kolayca harcamamız için yeterli bir sebep görememekteyim. Nitekim zirve sonrası gerek İsveç gerekse Finlandiya’dan PKK/YPG için insani yardım ve terörist iade politikalarının değişmediğine yönelik peş peşe gelen açıklamalar, güven konusundaki hassasiyetimizi yeniden doğruladı. Ayrıca ek olarak İsveç’in” Türkiye ‘terörist’ dediği için kimse terörist olmuyor” söyleminden sonra yaşanacak süreci başarı olarak tanımlayıp tanımlamama konusunda emin değilim. Son olarak; uzun süredir denge politikasında ilerleme gayreti gösteren Türkiye için bu adım Rusya ile çok iyi olmayan ilişkilerine de etki edeceği aşikâr.

Doç. Dr. Deniz Tansi – Yeditepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı 

28 Haziran’da NATO’nun Madrid zirvesinde, “zirve içinde zirve” olarak adlandırılan 4’lü mutabakat ve 3’lü muhtıra belgesi, İsveç ve Finlandiya için, NATO üyeliğinin tamamlanması değil,  başlangıçtır. Türkiye açısından, PKK/PYD/YPG ve FETÖ terörünün metin içinde yer alması, silah ambargolarının durdurulması sözü, terör örgütlerinin sivil görünümlü faaliyetleri için 3’lü gözetim mekanizmasının kurulması, AB’deki savunma inisiyatifleri için her iki ülkenin kolaylaştırıcı olması kazanımdır. Bununla birlikte “muhtıra” ya da diğer adıyla memorandumun bağlayıcılığı, NATO üyeliği tamamlandıktan sonra sorunludur. Öte yandan, üyelik tamamlanana kadar, hem baki veto hakkımız vardır, hem de onay en sonunda TBMM’ye gelecektir. O zamana kadar, bu iki ülkenin terör bağlantıları ve desteği tasfiye ettirilmelidir. Ne var ki asıl sorun Yunanistan’ı ve PKK/PYD/YPG terörünü silahlandıran, FETÖ’yü kollayan ABD’dir. Bu nedenlerden dolayı ihtiyatlıyım, konuya zafer ya da hezimet olarak bakmıyorum. Zira süreç henüz tamamlanmadı. Süreç bittikten sonra bir bilanço çıkacaktır, umarım bilanço lehimize olacaktır.  

Doç. Dr. Serdar Yılmaz – MSKÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi – AAE Bilimsel Danışmanı

Öncelikle Madrid Mutabakatı Türkiye’nin son yıllardaki en büyük diplomatik başarısı olmuştur. Zira hem Finlandiya hem İsveç, PKK, YPG VE FETÖ terör unsurları ve silah ambargoları ile ilgili Türkiye’nin hassasiyetlerine uygun davranacaklarını sözel değil yazı ve resmi imzalar ile deklare etmişlerdir. Böylece Türkiye’nin istediği olmuştur. Bu madalyonun bir tarafıdır. Madalyonun diğer tarafı ise bu diplomatik başarının bir zaferle sonuçlanıp sonuçlanmayacağının anlaşılacağı durumla ilgilidir. Yani imzalanan bu mutabakat çok önemlidir, ancak ondan daha önemli olan ise Zirve sonrasında herkes ülkesine döndüğünde atılacak adımlar ve bu mutabakatı yerine getirecek siyasal iradedir. Eğer bu irade bir şekilde kendini göstermez ise o zaman Türkiye, bütün NATO müttefiklerinin oyununa gelmiş, çok önemsenmeyen bir ülke pozisyonuna düşecek. Bunun olmaması için hem alt diplomatik misyonlarımız hem de liderler düzeyinde meselenin takipçisi olmak zorundayız.

Doç. Dr. Fikret Birdişli – İnönü Üniversitesi SBKY Bölümü Öğretim Üyesi

Birkaç gün önce Madrid’ye yapılan NATO zirvesi iki açıdan önemliydi. Birincisi bu zirvede NATO’nun yeni stratejik konsepti belirlenmiştir. En son stratejik konsept 2010 yılında yayınlanmıştı. İkincisi NATO kendini Soğuk Savaştan günümüze en büyük meydan okumayla karşı karşıya kabul etmektedir. Bu nedenle zirve sonrası yayınlanan açıklamada caydırıcılık, siber güvenlik ve terörizm vurguları ile Avrupa’nın savunması vurgusu dikkat çekiyor.

Açıklamada Rusya’ya yönelik oldukça yoğun bir paragraf ayrılmış ve uluslararası hukuk bağlamında ciddi suçlamalar yöneltilmiş ve en önemlisi de Rusya NATO’ya yönelik doğrudan bir tehdit olarak tanımlanmıştır. Bu vurgu NATO Rusya ilişkileri açısından oldukça önemli sonuçlar doğurabilecek bir metindir.

Açıklamada diğer bir dikkat çekici unsur ise terörizm vurgusudur. Tüm biçimleri ve tezahürleri ile terörizmin kategorik olarak reddedilmesi son zamanlarda Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’nın üyeliğine yönelik itirazlarını hatıra getirebilir. Fakat terör vurgusunun Rusya’nın tehdit olarak kabul edildiğine yönelik açıklamaların olduğu aynı paragrafta ve takip eden satırlar halinde yer alması Rusya ile farklı düzlemde ilişkiler yürütmeye çalışan Türkiye için zorlayıcı sonuçlar doğurabilir. Bu açıdan önümüzdeki günlerde Türkiye’nin NATO’nun genişlemesine yönelik terör vurgulu itirazının rövanşını beklemek şaşırtıcı olmamalı bence.

Açıklamada diğer bir paragraf ise siber, uzay, hibrit ve diğer asimetrik tehditlerle ilgili.  Son yıllarda ortaya çıkan bu yıkıcı teknolojilerin kötü niyetli kullanımına yönelik endişeleri ise Çin’e yapılan atıf takip ediyor. Bu durumda Çin’in NATO’nun hedef tahtasına oturtulmuş olan ikinci ülke olduğunu görüyoruz (Rusya ile birlikte hareket eden Belarus’a yönelik ikazı saymazsak). Fakat Çin bir tehdit olarak değil rakip olarak tanımlanmış. Bu açıdan NATO’ya üye ülkelerin Çin ile olan ilişkileri farklı düzlemde ilerleyecektir.

Bu kapsamda NATO’nun dolayısıyla üyelerinin sorumlulukları ise şöyle tanımlanmış: caydırıcılık ve savunma; kriz önleme ve kriz yönetimi; güvenlik işbirliği. Altı satıra ve üç kategoriye sığdırılmış bu sorumlulukların tüm ülkeleri ucu açık yükümlülüklere sürükleyeceği çok açık.

Açıklamanın ilerleyen paragrafında ise Ukrayna’ya siyasi ve fiili destek sağlanmaya devam edileceği ve konvansiyonel savunma teçhizatı ile destekleneceği ifadeleri yer almakta. Üye ülkeler tarafından onaylanmış olan bu konsept aynı zamanda yükümlülükler demektir. Nitekim ilerleyen paragflarda “Siyasi ve askeri araçlarımızı entegre bir şekilde kullanacağız” vurgusu NATO’nun giderek bir güvenlik federasyonuna dönüşebileceği izlenimi veriyor.

Avrupa Birliği’nin içinde yer alamadık ama zaman içinde daha da somutlaşacak olan “NATO Güvenlik federasyonunun” içinde yer almış olmak bence sonrasında elde edilmesi güç bir avantaj olabilir. Fakat bunun bazı karşılıklarının olacağını hatırdan çıkartmamalıyız. Bu kapsamda Türkiye’nin İsveç ve Finlandiya’ya yönelik itirazlarını geri çekme karşılığı almış olduğu taahhütleri yetersiz bulanlara çok katılmayacağım. Bence bu taahhütler -diyelim ki beklentilerimizi çok karşılamasa bile bu durum- NATO üyeliğimizi sorgulamamalı.

Şimdi Türkiye bir NATO ülkesi olduğuna ve bu açıklamayı da imzaladığına göre bu son durum karşısında ben Türkiye’nin yerinde olsam Avrupa Bakanlığı gibi ayrı bir bakanlık kurar Türkiye’nin NATO içindeki varlığını ve ağırlığını güçlendirecek stratejiler belirlemek için akademiden güvenlik sektörüne kadar kim varsa onları sık sık bir araya getirip yeni yapılar ve oluşumlar kurar, Türkiye için NATO konseptinde bir güvenlik vizyonu belirlerdim.

Fatih Gökyıldız – AAE Dış Politika Uzmanı

Rusya’nın Ukrayna’yı vurması ile başlayan süreçte NATO bölgesinde tansiyonun üst seviyelere çıktığını görebiliyoruz. Belki de uzun yıllardır olmadığı kadar bölge ülkenin liderleri ve dışişleri bakanları dirsek temasında bulunarak bir dizi toplantılar gerçekleştirdiler.

Bir süredir konuşulan ama geçtiğimiz Mayıs ayının ikinci yarısından itibaren hem İsveç hem de Finlandiya hükümetleri NATO üyelik başvurusunda bulunarak kendilerini Rusya tehdidine karşı korumaya almak istediler. Başvuru sürecinden itibaren Türkiye’nin, bölgesinde yaşanılan teröre verdikleri destek sebebiyle İsveç’e ve Finlandiya’ya blokaj uyguladığını görmekteydik.

Aday olan İsveç ve Finlandiya’nın Türkiye ile yaptığı görüşmelerin sonucunda NATO’ya üyeliklerinin Türkiye tarafından olumsuz şekilde değerlendirildiği. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mayıs ayındaki konuşmalarında, Finlandiya ve İsveç’in üyeliklerindeki çekincesinin terör örgütlerine verilen destekler sebebiyle Türkiye’nin veto hakkını kullanarak bu üyeliklere onay vermeyeceğini sert söylemlerle dile getirmişti.

Bundan 2 yıl önce NATO’nun geleceği sorgulanırken Putin’in bölgedeki saldırgan yaklaşımları öncelikle Ukrayna ve devamında Moldova’yı tehdit eden sözleri bizlere NATO’nun konumunu ve önemini göstermiş oldu. Bu üyelikleri aday olan İsveç ve Finlandiya kadar ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın da fazlasıyla istediğini, müzakere süreçlerinde ülke başkanlarının söylemlerinde ve Erdoğan ile kurdukları yakın temaslarda da gözlemleme fırsatı yakaladık. Bu durum bizlere NATO’nun bölgedeki ağırlığını ve bir yandan da Türkiye’nin NATO içerisindeki önemini de göstermektedir. Türkiye, NATO’nun en büyük ikinci silahlı gücü ve aynı zamanda Rusya ile olan yakın ilişkileri ve jeopolitik konumu sebebiyle de kendisini önemli bir aktör haline getirmektedir.

AB’nin kurucu anlaşmaları ve birliğin devamında yaşadığı genişleme ile birlikte Avrupa’da belirli bir refah ve gelişmişlik seviyesi yakalanırken güvenlik meselesi daima en önemli soru işareti olarak AB’nin gündemini meşgul etmiştir. Eski Almanya Şansölyesi Angela Merkel hatırlanacağı üzere bu durumdan dönem dönem bahsetmişti. Çeşitli AB üyesi ülke liderleri de ‘AB’nin bir silahlı ordu kurması gerekir mi?’ sorusunu belirli dönemlerde hatırlatmışlardı. Bu son gelişmeler bizlere bu soruların haklılık payı olduğunu göstermektedir. Avrupa Birliği kısa dönemde ve gördüğümüz üzere aradığı çözümü NATO üzerinden aşmaya çalışıyor. Burada AB, ABD’nin liderliğini ve aynı gemide yer almayı kabul etmiş ve çözüm üretmiş görünüyor. Fakat Donald Trump dönemi devam ediyor olsaydı bu süreç bu şekilde devam eder miydi? Görüldüğü üzere AB’nin, güvenlik konusunda çözümü NATO’yu silahlı bir güç olarak Putin’e ve Rusya’ya karşı kullanmaktadır. Bu durumun kısa vadede başarılı olduğunu söyleyebiliriz fakat sürecin bu şekli ile sürdürülebilir olması oldukça zor görünüyor.

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması ile bu tehdidi yaşayabilecek diğer Avrupalı ülkelerin de birbirine yakınlaştığını görebiliyoruz. Aslında Avrupa son yüz yılda bu krizleri avantaja çevirmeyi öğrendi. Berlin Duvarı’nın yıkılması ile iki Almanya’nın birleştirdiği gibi devamında AB kendini güncelledi ve bu süreçten daha kurumsal ve genişlemeci bir yapıyı benimsedi. Ukrayna’da yaşanan gelişmeler ile NATO ve AB gibi bölgesel ittifakların prestij kazandığını görüyoruz. Aynı zamanda bölgede jeopolitik olarak önemli bir ülke olarak Türkiye’nin var olmasını ve bu süreçteki önemini geçtiğimiz aylarda inceleyebildik.

Bu süreçler yaşanırken birazdan bahsedeceğim bazı sorulara da cevap arayacağız.

Madrid Mutabakatı ile sonuçlanan bu görüşmelerden Türkiye istediğini aldı mı? Bu müzakereler yaşanmadan da acaba bu sonuçlar alına bilir miydi? Kısa vadede avantaj sağlandı ama uzun vadede karşımıza çıkabilecek durumlar nelerdir?

İsveç ve Finlandiya ne kadar Avrupa Birliği üyesi ülkeler olsalar da biz onları güvenlik anlamında son yıllarda bağımsız kalmalarıyla biliyoruz. Fakat Putin’in sert söylemleri bu iki ülkeyi NATO’ya üye olma aşamasına getirmiş ve süreç İsveç ve Finlandiya adına olumlu sonuçlanırsa NATO, dolayısıyla ABD, Rusya’yı biraz daha çevrelemiş olacaktır.

Emmanuel Macron, Boris Johnson ve Joe Biden başta olmak üzere çeşitli liderler de bu süreçte Erdoğan ile görüşerek ikna etme yolları aramışlardır. Bu liderlerin devreye girmesi ile çözülen süreçte İsveç ve Finlandiya istediklerini almış. Biden, Rusya’nın çevrelenmesini sağlamış, Boris Johnson İngiltere’ye tampon oluşturmuş, Emmanuel Macron ve Olaf Scholz ise yine aynı şekilde Avrupa Birliği için tampon bölgeyi oluşturmuş ve bu krizi çözerek Avrupa basınından gördüğümüz kadarıyla krizi çözenler olarak gösteriliyorlar. Peki biz Türkiye olarak nasıl kazanımlar elde ettik? Keskin söylemlerimizin sonuçlarını alarak mı müzakereleri tamamladık?

Avrupa Birliği’nin temel değerleri arasında gösterilen ve genellikle taviz verilmediğini bildiğimiz 1993 yılında imzalanan ‘Kopenhag Kriterleri’nden bahsetmek gerekiyor. Burada özellikle aşağıda bahsettiğim maddeleri göz önünde bulundurarak süreci yorumlamak istiyorum.

Kopenhag Kriterleri:

1. Demokrasi (istikrar ve kurumsallaşma)

2. Hukukun üstünlüğü

3. İnsan haklarına saygı

4. Azınlıkların korunması

Bu müzakere sürecinde üstte paylaştığım maddelerin kesinlikle pazarlığa konu olacak terör örgütlerinin kapsamında yer almaması gerektiği dile getirilmeliydi. Anlaşmaya taraf ülkelerin ilk açıklamalarından öğrendiğimiz kadarıyla bu maddeler özelinde fire veriyoruz. Bu ülkelerin çeşitli terör örgütlerine ekonomik destek ve nüfus desteği vermesini aynı zamanda kışkırtıcı ifadelerde söylem ve eylemlerde bulunmasını engellemek adına bir takım çalışmalar yapacaksa da ben bunun yeterli olacağı düşüncesinde değilim. Bu sebeple gerçekleşen müzakerelerin kazanımlarının iyi uluslararası ilişkiler yürütülerek de elde edilebileceği kanaatindeyim. Türkiye’nin NATO’nun en kritik ülkelerinden birisi olduğunu en büyük ikinci askeri güç olduğunu unutmamak gerekiyor. Joe Biden gerçekleştirdiği konuşmasında Türkiye’nin oynadığı kritik ve önemli role vurgu yaptı.

Ayrıca bu toplantının Madrid’de olması da oldukça manidar. Yazımın başına dönecek olursak Türkiye İsveç ve Finlandiya’nın üyeliklerini teröre verdikleri destekler sebebiyle sıcak bakmıyorken uzun yıllar ETA, İspanya’da Madrid’de terör eylemleri gerçekleştirmiştir. ETA’nın 2004 yılında gerçekleştirdiği tren saldırısını hatırlayabiliriz. Aslında 18 yıl önce toplantının olduğu şehir olan Madrid’de de Türkiye’nin rahatsızlığını ortaya koyduğu terör konusunda Avrupa’nın samimi olmadığı düşüncesindeyim.

Bizim bu konudaki kazanımlarımızdan birisi olarak F16’ların satışının gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusu ve bildiğiniz gibi ABD’de silah satışları başkanın direk kararıyla değil de, kongrenin onayından geçmektedir. Bu sürecin olumlu şekilde sonuçlanması veya muğlak şekilde süreç ilerleyebilir. İlerleyen günler bu konuda bize yardımcı olacaktır. F16’ların alınması durumunda ise hazırda bekleyen bir S-400’ler sorusu bulunuyor. Bu konu beraberinde yeni bir gündemi getirecektir.

Avrupa ülkelerinin Tomas Hobbes’un çizgisinden gittiği ve bu doğrultuda AB’yi kurduğunu görüyoruz. Avrupa ülkeleri, NATO’nun oluşturmak istediği ortamın savaşı mı yoksa barışı mı sağlamak üzere genişlemek istediğini Hobbes’un bakış açısıyla açıklayabiliriz.

Hobbes’un öne sürdüğü tez de iç savaş olgusuyla bağlantılıydı; ona göre savaş insanın doğal haliydi. İlk başta tüm insanlar özgür ve eşit ama aynı zamanda içgüdülerinin ve bencilliklerinin kurbanıydı. Bu yüzden de sürekli birbirleriyle savaş halindeydiler: “İnsan insanın kurdudur.” Fakat insanlar ölümden korktukları için ve rahat bir yaşam arzuladıkları için, barış özlemi içindeydiler.  Hobbas’a göre insanlar barış sağlamak için aralarında, birbirlerini katletme hakkından feragat etmiş olduklarını gösteren bir sözleşme yapmış olmalıydılar. Avrupa ülkeleri için bahsi geçen bu sözleşme NATO’ya üyelik olarak görülebilir. Gerçek bir barış için mutlak çözümlere ihtiyaç duyulduğu da unutulmamalıdır.

Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir