ABD,  Analiz,  Enerji,  Genel,  Kadir Kaan Güler'in Yazıları,  Savunma

ÇİN-HİNDİSTAN REKABETİ ve DÜNYA DÜZENİ

 

16 Haziran Salı günü 45 yıllık Çin-Hint geriliminin en kanlı günü yaşandı. Çin ve Hindistan arasındaki tartışmalı bölge olan Kaşmir’de 20 Hint askerinin öldürüldüğü rapor edildi, 17 Hint askerinin de ağır yaralandığı bildirildi. Buna karşılık yaklaşık 40 Çinli askerin öldüğü sanılmaktadır. Yaklaşık yarım asrı bulan bu rekabetin artık bölgesel değil küresel rekabet olarak tanımlanması gerekmektedir, bu yazıda Çin-Hindistan arasındaki rekabetin bilhassa Avrupa’ya etkisi açısından “küresel” boyutu dikkate alınacaktır.

Birbirine benzer medeniyet havzasında doğan iki medeniyetin modern dünyadaki serencamları birbirlerinden iki farklı yola sapmalarıyla sonuçlanmıştır. İmparatorluk Çin’i sömürgeci güçler karşısında yenilgiye uğradıktan sonra komünizme evrilmiş daha sonra kendisine özgü bir kapitalist sistem kurmuştur. Hindistan ise sömürgecilerin bıraktığı miras üzerinde Batı’nın standartlarına daha yakın demokratik bir sistem kurabilmişlerdir.

Aslında Çin Komünist Devrimi öncesinde, Çin’de hakim bulunan siyasi sistem, “Komingtag” yani Çin Milliyetçi Partisi önderliğinde çağdaşları Almanya, İtalya ve Japonya’nın izini sürerek faşist bir sisteme doğru evrilebilirdi. Ancak Çin’de kapitalizmin ve sanayinin gelişmemiş olması ve güçlü Japonya’nın Çin’in genişlemesini engellemiş olması nedeniyle faşizme geçiş mümkün olmadı. Bunun tersine, Çin’de oldukça muzdarip durumda bulunan “köylülerin” desteği ile Komünizm galip geldi. Nitekim İmparatorluk’tan beri Çin’de köylüler ile devlet arasında aracılığı sağlayabilecek, köylülerin sorunlarıyla yakından ilgilenebilecek bir toplumsal grup yoktu hatta Çinli köylülerin birbirleriyle işbirliği yapmalarını sağlayacak toplumsal temel de mevcut değildi. Bu yüzden 20. Yüzyıldan önce bile Çin’de altı büyük köylü ayaklanması meydana gelmişti. Ne zamanki Komünistler 1926 yılından itibaren Çin’deki köylülerin bu durumunu keşfederek, Çin’e has bir strateji uygulamaya başladılar o zaman Komünizm başarılı olmaya başlamıştı. Üstelik Japonya’nın Çin’i işgali Çin Milliyetçi Partisi’nin oldukça yıpranmasına, köylülerin hepten kendi başına kalmasına yol açmıştı, Komünistler bu fırsattan da istifade etmeyi başardılar ve II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Komünist Çin’i ilan ettiler.

Hindistan’ın düzeniyse öteden beri Çin’in toplumsal yapısından farklıydı. Herkesçe bilindiği üzere Hindistan’da oldukça güçlü bir kast sistemi bulunmaktaydı. Kast sistemi köy topluluklarının örgütlenmesini ve dayanışmasını sağlamaktaydı. Bununla birlikte tarım yöntemleri oldukça ilkeldi ve sulama sistemleri iyi değildi. Dolayısıyla sık sık kıtlıklar yaşamaktaydılar. Bunun sonucu olarak Hindistan’da da köylülerin ayaklanması bir vakıaydı. Hindistan ve Çin arasındaki en temel toplumsal fark ise devlet ile yönetilen arasında ilişkiyi Çin’de bürokrasi sağlarken, Hindistan’da kast sistemi sağlamaktaydı. Öyle ki her kast kendi üyelerini denetleyecek mekanizmalar kurmuştu. Bu yüzden Hindistan’da merkezi hükümet oldukça kısıtlı alanda işlev görmekteydi. Bir nevi kendiliğinden yatay güçler ayrılığı mevcuttu. Hindistan’da Mogul İmparatorluğu İngiliz sömürgesi gelene kadar hüküm sürmüştü ancak 18. Yüzyılın sonlarına doğru İmparatorluğun sistemi iyi işlememeye başladı önce parçalanarak sömürgeci güçlere yem olacak kıvamı buldu. İngiltere Hint topraklarına geldiğinde Hindistan’da ne merkezi yönetimden bağımsız bir aristokrasi sınıfı ne de ticaret sınıf mevcuttu. İngiltere yaklaşık üç asır devam eden işgalinde yekpare bir strateji izlemedi, bazı yaptığı hamleler Hindistan’da parlamenter demokrasinin temellerinin atılmasına vesile oldu. Endüstrinin İngiltere ile birlikte gelmesi böylelikle güçsüz de olsa bir burjuva sınıfının oluşması ve tarımda, ulaşımda, ticarette merkeziyetçiliği güçlendirici hamleler yapması bunlara örnek verilebilir. Neticede II. Dünya Savaşı’nın ardından Çin Komünist bir sisteme evrilip Batı’dan uzaklaşırken Hindistan’da güçsüz de olsa parlamenter demokrasi kurulmuş Batı’ya yaklaşmıştı. (Moore 2012)

Batı’nın kendisini tanıma sürecinde de Hintlilerin ayrı bir yeri söz konusuydu. Bir defa Batı’nın medeniyet köklerini aradığı soruşturmaların bir sonucu olarak ırk ve dil üzerine yapılan araştırmalar neticesinde “Ari” ırkı ve Hint-Avrupa dil ailesi tezleri ortaya atılmıştı. Ari ırk, Hindistan coğrafyasında kurulan ilk medeniyetin mimarıydı. Arilerin bu coğrafyadan Avrupa’ya göç ettiği yönünde savlar uzunca bir süre Avrupa’yı etkisi altında bıraktı. Hatta Hitler üstün Ari ırk iddiasını bu temele dayandırıyordu. Zira dünyada ilk medeniyeti kuran ve Germenlere değin ulaşan en güçlü ırk Arilerdi. Nazizmin sembollerinden Svastika’nın Sanskrit medeniyetine dayanması bahsi geçen anlatının bir ürünüydü.  Yine Batı dillerinin Sanskritçe ile olan benzerliği Batı-Hint yakınlığını arttırmıştı. Buna karşın Batı nazarında Çinliler ise “Sarı ırkın” temsilcileriydi. Jack London’ın romanlarında dahi Çinliler bir nefret objesi olarak beliriyordu. Hikaye odur ki, Batı, Avrupa’yı istila edecek denli güçlenen Çin-Japon (Sarı ırk) tehlikesini “biyolojik silahlarla” durdurur. Çin’in üzerine veba, kolera gibi hastalıkları taşıyan mikroplar bombalanır. Böylelikle nüfusları ve gücü giderek azalır, neticede Batı’yı tehdit edecek güç olmaktan çıkarlar. Bu açıdan da Batı’nın Çin’e bakışı olumsuzken Hint’e bakışı daha olumlu konumlanmaktaydı.

Çin’in Komünist sistemi benimsemesi, Kore Savaşı’nda Batılı güçlerle karşı karşıya gelmesi bu uzaklığı daha da güçlendirdi. Sovyetlerin Batı’ya karşı tehdidinin artmasına kadar Çin-Batı ilişkileri yer yer daha da soğuyarak devam etti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’nın bütün değerlini üstünde barındıran ABD’nin Çin ile ilişkileri temel belirleyici etkendi. Nixon döneminde ABD, Sovyetler karşısında, Çin ile Sovyetler arasında bulunan sınır çatışmalarından ve küçük ideolojik farklılıktan faydalanarak Çin’e yaklaşmayı denedi. 9 Temmuz 1971’de  kamuoyundan gizli bir şekilde ABD heyeti Çin’e ziyarette bulundu. Her iki taraf da Sovyetler Birliği tehdidine karşı birlikte hareket etmesi gerektiğinin farkındaydılar. ABD için başka bir sorun Vietnam’dı. ABD, Vietnam ile mücadelesinde en azından Çin’i tarafsız tutmaya çalışıyordu. Aslında o zamana değin ABD, Çin Halk Cumhuriyeti’ni değil, Komünist devrimden sonra Tayvan’a kaçan Milliyetçi Çinlilerin hükümeti Çin Cumhuriyet’ini tanımaktaydı. Ancak stratejik çıkarlar artık Çin Halk Cumhuriyeti ile daha iyi ilişkiler gerektiriyordu. Çin’in çıkarları da bundan farklı değildi. Mao, Sovyetler Birliği’nin Çin için stratejik bir tehdit olduğunu düşünmekteydi aynı zamanda tıpkı ABD gibi Sovyetler Birliği’ni çevrelemek istiyordu, böylelikle Sovyetler Birliği’ni çökertmek mümkün olabilirdi. Yeter ki ABD, Tavyan üzerindeki iddialardan vazgeçsin tek meşru güç olarak Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanısındı. (Kissinger 2015)Bu vesileyle ABD/Batı ile Çin arasındaki ilişkiler 1970’li yıllarda küçük temaslarla başlamıştı.

Soğuk Savaş döneminde ABD-Hint ilişkileri de çok farksız değildi. Tıpkı ABD-Çin ilişkisi gibi soğuktu. Çünkü Hindistan’da Soğuk Savaş’ta tarafsız, “bağlantısız” kalmayı tercih etmişti. Üstelik 1970li yıllarda Sovyetler Birliği ile ilişkilerini güçlendiren adımlar atmıştı ve nükleer bir güç haline gelme yolunda mesafe kat ederek ABD için güvensiz bir devlet pozisyonunu almıştı. Dolayısıyla 1990’lara kadar ekonomik ilişkiler dahi oldukça cüzi düzeylerde kaldı.

Soğuk Savaş döneminde Çin-Hint ilişkisine de ayrıca bakmak gerekir. Zira Çin-Hindistan çatışmalarının temeli bu dönemde yatmaktadır. Çin-Hint anlaşmazlığı ilk olarak Çin’in 1950’de Tibet’i işgal etmesiyle başladı. Tibet, Çin-Hint sınırı için tampon bölge oluşturmaktaydı. Çin’in Tibet’i işgali, Hindistan’ın kaygılarını arttırdı. Hindistan, Çin ile sınırını belirlemek için İngilizlerin çizdiği haritayı devreye soktu. Nüfusun oldukça seyrek olduğu yüksek Himalayalar dağı Hindistan’ın kabul ettiği sınır hattıydı. Çin ise bu sınırları kabul etmede isteksizdi. Ayrıca başka bir sınır anlaşmazlığı 16 Haziran’da da çatışmanın yaşandığı Ladakh bölgesiydi. Çin’e göre bu ülkenin doğusunda yaşayan halk Çinlilere daha yakındır, dolayısıyla bu toprakların Çin’in hakkıdır. Hindistan ise bu iddiaları reddetmektedir. Bu sorunlar neticesinde 1960-62 yılları arasında sınır çatışmaları çıktı, 1962 yılında ise Çin kitlesel bir saldırıyla Hindistan’ın bazı topraklarını işgal etti. Ancak Uluslararası baskılar neticesinde geri çekilmek zorunda kaldı. Bu olay hem Çin’in hem de Hindista’nın siyasi tarihi açısından önemli gelişmeleri beraberinde getirdi. Nitekim Hindistan Sovyetler Birliğine yanaşırken, Çin ABD’ye yanaştı. Aynı zamanda Çin’in kısa sürede Hindistan karşısında başarılı olması Pakistan’ı cesaretlendirdi. Neticede ABD’nin destekleriyle Pakistan da Hindistan ile yaşadığı Keşmir sorunun çözmek için askeri adımlar attı. Bu çatışmalar sonrasında Doğu Pakistan bölgesinde Bangladeş ayrı bir Cumhuriyet olarak belirdi. 1970’lere yine Hindistan-Pakistan çatışmaları damgasını vurdu. Burada Çin, Pakistan’dan yana tavır takınırken; Sovyetler Birliği Hindistan’ı desteklediğini açıkladı. (Sander 2015)

1980’lerden sonra Çin’de politik sisteme dokunmadan ekonomik reformlar yapma niyeti hasıl oldu. Bu biraz Mao’nun ölmesinden, biraz da dünya düzenindeki değişimden kaynaklanmaktaydı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrasında hakim olan daha devletçi bir liberalizmden neo-liberalizme doğru geçiş yaşanmaktaydı. Yavaş yavaş devletlerin etkisinden sıyrılmak isteyen uluslararası şirketler ulaşımda, teknolojide ve finans sisteminde yaşanan gelişmeleri kendi lehlerine çevirmek için harekete geçtiler. Bu açıdan Çin muazzam bir imkan sunmaktaydı. Zira milyarları bulan nüfusuyla ucuz işgücünü sağlayabilecekti. Çin, uluslararası şirketlerin çıkarlarıyla kendi çıkarını birleştirdi. Gerçekten de 1980 ile 2000 yılları arasında üç katı büyüme gerçekleştirdi. 170 milyon kişi yoksulluktan kurtuldu. Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne girmek için ekonomi anlamında reformlar yapmaya devam etti. 1990-91 hisse senedi piyasaları kurdu ve sistemini uluslararası kura uyumlu hale getirdi. Ekonomik olarak gelişen refah ve özgürlükler, toplumsal ve siyasal alana sıçrama eğilimi gösterdiği anda Çin çok şiddetli tepkiler verdi. Bu istekleri anında bastırmayı bildi. Yine de ekonomik anlamda dünya geneline vaat ettiği şey Çin’in imajın bir nebze olsun düzeltebilmişti. Çin dünyanın atölyesine haline gelerek aşırı ihracata dayalı bir düzen kurdu. Üstelik bu ihracatta teknolojinin payı oldukça yüksekti. Dış yatırımcılar ve dış ticaret fazlası sayesinde devam döviz rezervlerine sahip oldular. Çin’in GSYH’sının dünyadaki payı 1990’da %1.66’ya 2000’de 5.9’a yükselmişti.

Hindistan’a gelince değinildiği üzere burada 1947 yılından beri istikrarlı bir parlamenter sistem hüküm sürmekteydi. Yüksek yargı gerçekten de bağımsızdı ve göreli olarak özgür bir medya da mevcuttu. 1975 yılında ülkenin başbakanı yargı kararıyla görevinden alınabilmişti. Hindistan, İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasına rağmen bütün yasama, yürütme ve yargı sistemini İngiltere’den aldı bunda da gerçekten başarılı oldu. Nehru’nun 1947’den 1962’ye kadar başbakanlık görevini yürütmesi bağımsız seçimlerin yapılmadığı iddiasını akla getirebilir ki bir nebze de öyleydi, iktidar partisi diğer partilerden daha eşit konumda olsa dahi seçimler düzenli olarak icra edilebiliyordu. Bu tarihsel planda aldığı güçle Hindistan da Çin gibi neoliberalizmin nimetlerinden yararlanmayı bildi. 2000-2007 yılları arasında Hindistan’ın GSYH’sı %67, Çin’in GSYİH’sı %91 büyüme gerçekleştirdi. Denetimli liberalleşme sayesinde ihracatlarını da arttırdılar. Burası oldukça mühim çünkü Dani Rodrik’in yaptığı tespitten mülhem, Çin ve Hindistan, devletlerin piyasadaki etkilerinin azaldığı bir dönemde bundan ödün vermeyerek ama yüksek ucuz işgücüne sahip olmanın getirdiği fayda sayesinde küreselleşmenin nimetlerinden azami ölçüde faydalandılar. Şirketlerle işbirliği yapmaktan çekinmediler ancak kendi şirketlerini de dünya piyasasına sokabildiler. Bu sayede en büyük 500 şirket arasına 37 Çin, 7 Hint şirketi girebildi. Dünyanın geri kalanında ise daha ziyade devletlerin güçsüzleştiği ama uluslararası şirketlerin olabildiğince güçlendiği sistemler oluşmuştu. Aynı zamanda modernleşme ve yeni teknikler sayesinde ailelere ait sanayi işletmelerini dünya ölçeğinde güçlü şirketlere dönüştürebildiler. Hindistan, demir-çelik, enformasyon/bilgisayar, ilaç, petro-kimya ve telekomünikasyon alanlarında dünyada söz sahibi konuma yükseldi. (Beaud 2003) Üstelik Çin ve Hindistan BRİCS gibi uluslararası örgütler kurarak dünya düzenindeki konumlarını güçlendirmektedir.

Çin ve Hindistan’ın bu yükselişi bazı çevrelerce “Doğu’nun yükselişi” olarak okunmaktaydı. Oysa görüldüğü üzere Çin ve Hindistan’ın her şeyi Batı’ya aittir ve Modernist paradigmayı takip etmektedir.  Modernizm’in hakim karakteri asimilasyon ve “Holocost” (Soykırım)’tur. Düşünsel, ekonomik, kültürel ve kimliksel olarak tek bir tip oluşturmak Modernizm’in en temel amacıdır. Şimdiye değin modernizm, Nazi Almanya’sında zirveye ulaşmıştı, yüksek tekniğe ve bilimsel gelişmeye son derece yatkındı. Her ne kadar “Sosyalizm” parti isminde yer alsa da, kapitalizmi başarıyla uygulamıştı. Aynı açıdan Sovyetler Birliği de bilhassa Stalin döneminde kati bir şekilde Modernizmi uygulamıştı. (Bauman 2017)Hindistan ve Çin aynı yolları aşındıra aşındıra geldi. Asya Güçleri’nin ekonomik yükselişi, Batı’ya alternatif oluşturacağı düşüncesini daha başlangıçta yerle yeksan etti. Bugün Çin ve Hindistan sahip oldukları sosyal, ekonomik ve devlet sistemiyle Batı’nın devamıdır. Çin ve Hint müslümanlarının çektiği ızdırap, bu siyasetin sonucudur. Yine Tibet’te Hong Kong’da yaşananlar bunun göstergeleridir. Çünkü Çin, “etkin Han Çinlileri” üzerine devletini inşa etmiştir.  Her iki devlette de “öteki” kimliği Müslüman’da somutlaştığı için, onları kırıma uğratmak paradigmaları açısından elzemdir. Bu devletlerde “öteki” “Yahudi” olsaydı aynı eyleme maruz kalacaklardı. (Her ne kadar Hint iktidarı “siyonist” görüşlü ve destekli olsa da) Yine de ne yazık ki, Yahudiler’in sahip olduğu ekonomik ve kültürel güç Müslümanlarda olmadığı için, çok daha olumsuz sonuçlar doğuracağı aşikar.

Çin ve Hindistan, Soğuk Savaş’tan Sovyetler Birliği’nin yıkılışına kadar olan dönemde İki kutuplu dünya düzeninde ve 1990’lı yıllardan 2008 ekonomik krize değin olan dönemde Tek süper güce dayalı dünya düzeninde uluslararası sistemde sesini pek yükseltememişti. Oysa kazandığı ekonomik güçle birlikte dünyada her alanda söz sahibi olmaya başladı. Bilhassa Çin, Afrika’dan, Doğu Avrupa’ya; Türkistan’dan Karadenize değin hemen hemen her coğrafyada boy göstermeye başladı. Gerek altyapı faaliyetleri, gerek hükümetlere kredi sağlaması ile kendisine ayrıcalıklı konum elde etmeye başladı. Bir Kuşak Yol Projesi gibi oldukça yüksek maliyetli küresel hamleler ortaya atmaya başladı. Bunun ilk örneğini Çin-Pakistan ekonomik koridoru ile göstermeye çalıştı. Çin işbirliği yaptığı ülkelere gerçekten de büyük kazançlar getirmektedir ancak kendi kazancı da hem ekonomik açıdan hem de politik açıdan yüksek olmaktadır. Zira ülkelerin iç işlerine karışma; kendi turistlerini koruma amacıyla polis birlikleri kurma; havaalanları, limanlar, telekomünikasyon sistemleri gibi stratejik konumları ele geçirme gibi hamlelerde bulunmaktadır. Bunlardan dolayı Çin’in giderek Avrupa’daki bazı güçlerin ve ABD’nin “stratejik rakibi” olarak belirdiği görülmektedir. AB içerisinde bilhassa Fransa bundan oldukça rahatsızdır.  Örneğin, 05.05.2020 tarihinde İktisadi Kalkınma Vakfı tarafından yapılan  “China’s One Belt One Road and Social Impact on Europe” adlı web konferansta Fransa’nın Avrupa Parlamentosu vekili Theirry Mariani şu tespitlerde bulundu: Çin’in bir ortak olmakla beraber kısa vadede hem Fransa için hem de AB için rakip olacağını, Pandemi konusunda Çin’in soruşturulması gerektiğini, çünkü bu hastalığın laboratuvar ortamından kaynaklanıp kaynaklanmadığı hakkında şüpheleri olduğunu, bu olayda Çin’in bazı bilgileri gizlediğini, bu olayın da gösterdiği üzeri Çin’in AB’yi rakip olarak gördüğünü söyledi. Çin hakkında değerlendirme yaparken sorunun Çin-ABD gerilimi etrafında ele alınmaması gerektiğini, yeni dünyanın çok daha renkli olduğunu belirtti. Krizin ardından yaşanacak büyük bir ekonomik krizde Çin’in mühim bir rol oynayacağını ancak AB için tek tercihin Çin’in İpek Yolu projesi olmadığını, bilhassa Hindistan’ın girişimlerinin önemli olduğu kaydetti. Mariani, Orta Asya’nın Çin’in etki alanına bırakılmaması gerektiğini farklı stratejiler oluşturmak gerektiğini anlattı. Ayrıca Çin’in ekonomik emellerinin arkasında mutlaka bir politik çıkar olduğunu unutmamak gerektiğini vurguladı. Aynı konuşmada Istvan Szen-İvanyi de benzer şekilde Çin’in hem ortak hem rakip olduğunu ve Çin’in politik amaçlarına dikkat etmek gerektiğini Çin’in projeye çok büyük bir kaynak ayırmasına rağmen bunların çok verimli olamayacağını söyledi. Nitekim Çin projeye 125 milyar dolar ayırmışken bunlardan sadece 8 milyarı yatırım geri kalanıysa kredidir. Dolayısıyla kredi alan ülkelerin bu paraları ödeyememe ihtimali mevcuttur, bilhassa Orta ve Doğu Avrupa’daki ülkeler Çin’e daha da bağımlı olacaktır. Ivanyi’ye göre proje kapsamında bölge devletlerin en büyük çıkarı demiryolu olacak ancak halihazırda Macaristan demiryolu kapasitesini tamamını zaten kullanmamakta, %40 atıl vaziyettedir. İvanyi, Çin’in içinden de projeye eleştiriler yöneltildiğini, diğer ortakların da itirazlarını olduğunu dolayısıyla pandemi sonrasında bu projenin revize edileceğini belirtti. İvanyi pandemi sürecinin AB’nin zayıflıklarını ortaya çıkardığını, AB’nin dışarıya ne kadar da bağımlı olduğunu gösterdiğini, bundan dolayı Çin’in stratejik planlarına tek sesle karşı durulamadığını söyledi.

Avrupadaki bazı güçlerin endişelerinin küçük bir örneği olan bu konuşmalar, Çin’in siyasi ve politik çıkarlarının engellenmesi için Hindistan ile dengelenmesi gerektiği görüşünü gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda Çin, ABD’nin süper güç konumundan edildiği bir dünya düzeninde tek-süper güç konumuna yükselebilir mi sorusu da yanıtlanabilir. Zira ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası “hegemonyasını” oluştururken dünyanın “demir perde” haricindeki kalan kesiminde “rızaya dayalı” bir dünya düzeni kurmuştu. Üstelik Batı’nın liberal, demokratik ve hukukun üstünlüğü gibi değerleri “evrensel değerler” olarak sunabilmişti. Oysa Çin’in kısa vadede ekonomik çıkartan ziyade vaat ettiği herhangi bir şeyi yok. Bu yüzden “rızanın imalatı”nı da oluşturamıyor. Kaldı ki Çin, hala daha Tibet, Doğu Türkistan, Hong Kong gibi iç sorunlarına kalıcı çözümler bulamamıştır.

Kaynakça

Bauman, Zygmunt. Modernlik ve Müphemlik. Çeviren İsmail Türkmen. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017.

Beaud, Michel. Kapitalizmin Tarihi.Çeviren Fikret Başkaya. Ankara: Dost Kitabevi, 2003.

Kissinger, Henry. Çin. Çeviren Nalan Işık Çeper. İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2015.

Moore, Barrington. Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri.Ankara: İmge Yayınevi, 2012.

Sander, Oral. Siyasi Tarih (1918-1994).Ankara: İmge Kitabev, 2015.

AYRICA;

İKTİSADİ ve KALKINMA VAKFI’nın 06.06.2020, BİLİM AKADEMİSİ’nin 15.06.2020 web konferanslarından yararlanılmıştır.

 

Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir