ABD,  Analiz,  Genel,  Orta Doğu,  Prof. Dr. Hüsamettin İnaç'ın Yazıları,  Rusya,  Savunma

5 Mart Mutabakatı: Türk-Rus İlişkileri ve Suriye’nin Geleceği

5 Marta giden süreç, Şubat başında rejim askerlerinin Türkiye’nin gözlem noktalarını da içine alacak bir biçimde saldırı ve işgallerini artırmasıyla başladı. Nitekim Nisan 2019’dan beri Esed güçleri, Soçi Mutabakatını defalarca ihlal ederek saldırılarda bulunuyor, süpürme harekâtı adı verilen yöntemle sivil ve masum insanlar yurtlarından ediliyor ve güneyden kuzeye göçe zorlanıyordu. Türkiye sınırına sığınmacı akınının yoğunlaşmasını sağlayan Rus hava kuvvetleri destekli bu harekâtın amacı, Suriye’yi rejime muhalif olanlardan temizlemek ve insansızlaştırılan Suriye’yi ancak Esed’i destekleyecek İranlı milislerle doldurmaktı. Nitekim olayların ilk başladığı Mart 2011’de nüfus, 22 milyon iken şu an koskoca Suriye topraklarında ancak 5 milyon insan kalmıştı. İdlib’in dışında geri kalanların çoğunluğu rejim destekçilerinden müteşekkildi.
Bu gidişe sessiz kalmayan Türkiye, Şubat ortalarından itibaren tarihinin en büyük askeri yığınağını İdlib’teki gözlem noktalarına yoğunlaştırdı. Haddi zatında Türkiye’nin bu yığınakla asıl amacı, caydırıcı bir güç olarak zorlayıcı diplomasiyi harekete geçirmek ve bu sayede rejimi Soçi Mutabakatında belirtilen eski sınırlarına geri çekilmeye zorlamaktı. Ancak beklenen olmadı. 27 Şubat tarihinde 34 askerimizin şehadetiyle neticelenen menfur saldırı gerçekleşti. Bunun üzerine var gücüyle saldırının intikamını almaya yönelen askerimiz, tarihte ilk defa SİHA’ları sürü halinde kullanarak alçak irtifada uçurarak hava sahasının kapalı olmasına rağmen rejim güçlerine ciddi zayiat verdirdi. Öyle ki rejimin tüm askeri donanımının yüzde yirmisi yok edilirken yaklaşık üç bin rejim unsuru da etkisiz hale getirildi. İlk başta rejime koordinatları vererek askerlerimizi şehit eden Moskova yönetimi, ilk başta Türkiye ile görüşmek istemezken daha sonra randevu için 5 Mart tarihini verdi.
Bu sürece giderken Türkiye, meseleyi uluslararasılaştıma politikası uyguladı. Önce AB ve daha sonra ABD ile ciddi bir temas trafiği gerçekleştirildi. NATO’ya dördüncü madde kapsamında başvuruldu. İstişare toplantısının neticesinde İdlib hava sahasının kapatılması, bölgenin uçuşa yasak hala getirilmesi, Türkiye’nin hava savunmasını güçlendirecek patriot sistemlerinin sınırıma konuşlandırılması gibi talepler olumlu karşılandı. Ne var ki, söylemde kabul edilen talepler bir türlü eyleme aktarılmadı. Patriot konusu ABD tarafından polemiğe dönüştürülerek S400 krizi tekrar tırmandırıldı. Uçuşa yasak bölge ve yardımlar için güvenlik koridoru oluşturma konusu, sadece ABD’nin çözebileceği bir konu değildi. BM platformu düzeyinde ise güvenlik konseyinde yer alan Çin ve Rusya’nın bu talepleri veto etmesine kesin olarak bakılmaktaydı. Haddi zatında ABD, Rusya’yla karşı karşıya gelmesine yol açacak hiçbir hamleye açık kapı bırakmıyordu. Bu durum, bir şekilde Suriye üzerinde ABD-Rusya arasında bir zımni anlaşma ihtimal fikrini oluşturuyor, öte yandan bölgesel ya da küresel bir savaşa yol açabilecek bir karşılaşma ihtimalinde de korkulduğu anlaşılıyordu.
Bir başka açıdan bakıldığında AB ve ABD’nin, Türkiye’nin 15 Temmuz 2016 iç savaş girişiminden itibaren gelişerek devam eden Rusya’yla yakın işbirliğinin ortak zeminini yok etmek ve aradaki ihtilafın daha da derinleşmesine hizmet etmek istediği görülmekteydi. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan da üçüncü ülkelerle bir işbirliği planlandığını ama bu esnada Rusya’yla aramıza “kara kedinin“ girdiğini belirtmek lüzumunu hissetti. Tüm bu gelişmelere bağlı olarak Türkiye, şehit verdiğimiz günün akabinde Avrupa’ya geçmek isteyen mültecilere sınırlarını açma politikası uyguladı. Bunun nedeni, Türkiye’nin Suriye politikalarına, özellikle İdlib’te oluşturulacak bir güvenli bölgeye AB’nin saygı duymaması ve destek vermemesiydi. Tabii ki 18 Mart 2016’da Türkiye-AB arasında imzalanan geri kabul anlaşmasının AB’nin ahde vefa göstermemesi neticesinde kadük kalması da bu politikanın meşru bir gerekçesini oluşturuyordu. Neticede Cumhurbaşkanımızın ifadesiyle bu politik hamleyle “İdlib Avrupa’ya bağlanmış oldu”.
Cilvegözü sınırımıza ziyarette bulunan ve provokatif bir biçimde İdlib sınırına doğru ilerleyen ABD Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey ve ABD’nin BM Daimi Temsilci Karry Craft da Türk-Rus ilişkilerini sabote etmekten başka bir amaç taşımıyorlardı. Özetle Türkiye’nin Suriye politikasının ne denli hakkani olduğundan dem vuran ikili, göçmenlerin tek sığınağı olarak Türkiye’nin görüldüğünü ve Esed rejiminin bir an önce son bulması gerektiğine inandıkları gibi açıklamalarda bulundular. Ama hemen akabinde ABD’nin farklı makamlarından peşi sıra gelen açıklamalar, Türkiye’nin hiçbir talebine somut bir cevap verilmeyeceğini açıkça gözler önüne sermekteydi.
5 Marta giden süreç
Sahada askerimizin büyük başarısı, Neyrab ve Serakib gibi M-4 ve M-5 otoyollarını birleştiren merkezlerin muhaliflerin eline geçmesi ve rejim güç ve teçhizatına verilen büyük zayiat neticesinde Türkiye’nin her türlü kaybı göze alarak direneceği ispatlanmış oldu. Hepsinden önemlisi Türkiye’nin dört ayağa dayanan politikası sonuç verdi.
Bu süreçte Türkiye, rejim güçlerine karşı ilk defa çok güçlü bir askeri karşılık vererek bu yapıyı oldukça zayıflattı. İkinci ayak olarak Rusya’yı karşısına almadan müzakere ve diyalog kanallarını açık tuttu. Üçüncü ayak olarak, ABD ile ittifakı yeniden tesis etmek ve normalleşmeyi sağlamak için adımlar attı ve son olarak da Avrupa’yı İdlib denklemine sokarak harekete geçirdi.
Tüm bunlar operasyon esnasında kısıtlı da olsa Türkiye’nin hava sahsını kullanmasına fırsat tanıdı. Rusya – yaşadığı mahcubiyetten olacak – Esed’e karşı yürütülen operasyona ses çıkaramadı. AB, kapısına dayanan göçmenlere karşı ne yapacağını bilemez hale geldi. AB’nin üst düzey yetkilileri birbiri ardınca Türkiye’ye ziyarette bulundu. ABD ise – her ne kadar bu zaman diliminde Türkiye’yi Rusya’ya dövdürtme politikası uygulasa da – Kasım 2020’de yapılacak seçimlere ve en büyük tehdit olarak gördüğü Çin’in kuşatılmasına öncelik verdiğinden bölgede aktif rol oynamayı tercih etmedi. Tabii bu tercihin arkasında Rusya ile karşı karşıya gelme ve İdlib krizinin önce bölgesel ve daha sonra küresel bir savaşa dönüşme ihtimalleri de ABD’yi durduran faktörler oldu.
Haddi zatında İdlib, Suriye’nin geleceği bakımından oldukça büyük önem taşımaktaydı. Bir yandan ılımlı muhaliflerin ve terörist olarak tanımlanan başta Heyet-i Tahrirüş- Şam (HTŞ) olmak üzere marjinal ve maksimalist unsurların son sığınağıydı İdlib. Bir yanda Tartus, Hmeymim ve Lazkiye’ye giden M-4 otoyulu, öte yandan Halep ve Şam’a giden M-5 otoyolunun tam merkezinde yer alıyordu İdlib. Bu bakımdan hem rejim, hem Rusya ve hem de bölgede ticari, siyasi ve demografik hareketlilik için önemliydi İdlib. Ayrıca İdlib’in kendine has tarihi, kültürü ve teopolitikaya temel teşkil eden dini bir hassasiyeti de mevcuttu. Buna ilaveten İdlib krizinin çözümü Suriye sorunun makro çözümünü de belirleyecek bir potansiyele sahipti.
Beklenen randevu: 5 Mart ve Sonuçları
Çok gergin bir ortamda ve liderler arası başlayan görüşmeler, daha sonra heyetlerin katılımıyla toplamda altı saat sürdü. Liderlerin basın toplantısında uzlaşmanın özüne dair pek fazla ipucu taşımıyordu. Her iki ülkenin dışişleri bakanları Türkçe ve Rusça olarak anlaşma metnini kamuoylarına ve tüm dünyayı deklare ettiler. Metin hiç de detaylı değildi. Üç maddeden oluşan mutabakata göre, 6 Mart 2020 saat 00.01’den itibaren İdlib gerginliği azaltma bölgesi temas hattı boyunca tüm askeri faaliyetler durdurulacaktır. İkinci maddeye göre, M-4 karayolunun kuzey ve güneyinde 6 km derinliğinde bir güvenli koridor tesis edilecektir. Koridorun işleyişiyle alakalı esas ve usuller her iki ülkenin savunma bakanlıkları tarafından yedi gün içerisinde kararlaştırılacaktır. Üçüncü maddeye göre ise, Türk-Rus ortak devriyeleri 15 Mart 2020 tarihinde M4 karayolunun Turumba’dan Ain El-Havr’a kadar olan kesimde başlatılacaktır. Bu metne ilaveten bir de detayları içeren bir ek protokol de mevcuttur.
Mutabakatın en önemli sonucu, ateşkesin sağlanmasıdır. Metnin detayına bakıldığında, rejim ve Rusya saldırılarının artık sivil insanların canını almasına imkân verilmediği, Rusya’nın kontrolünün dışında rejim anlaşmayı ihlal ederse Türkiye’nin müdahale edeceğini garanti altına alıyor. Türkiye bu bakımdan tamamen garantör bir ülke haline gelmiş oluyor. Her ne kadar rejimin işgal ettiği alanlardan çekilmesi söz konusu olmasa da İdlib merkezinin ve M-4 yolunun kontrolünün Türkiye’ye bırakılmış olması, bir güvenli bölge tesisi için yeter şart olacaktır. Serakib ve M-5 hattın Esed’e bırakılması dahi, oluşturulan güvenli koridor marifetiyle Türkiye’yle bir çatışma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Esasen M-5’in başladığı El-Bab’ın Türkiye’nin elinde olması ve her zaman kuzeyden kontrol şansının bulunması büyük bir imkân sunmaktadır.
Öte yandan İdlib merkezinde – istiap hacminin çok ötesinde bir insan nüfusunun – büyük bir sevinçle meydanlara Türk bayrakları asarak teşekkürlerini bildirmeleri, artık üzerlerinde bomba yüklü rejim uçaklarını görme kaygısından uzak olmaları ve Türkiye sınırından herkesin evine dönebileceği şartların oluşturulmuş olması ateşkesi oldukça değerli hale getirmektedir. Oluşturulan güvenlik koridoru, ateşkes ihlalini rejim açısından nerdeyse imkânsız hale getirmektedir.
Ne var ki, tam da güvenli koridor olarak belirtilen kesim, HTŞ’nin hâkim olduğu bölgedir. Bu durum, Türkiye’nin bu örgütle mücadele ve tasfiyesinde önemli bir rol üstlendiği anlamına gelmektedir. Ateşkese uymayacağını peşinen ilan eden HTŞ, önemli ölçüde ABD’nin kontrolündedir. Bu angajman ABD’ye ateşkesi sabote etme fırsatı sunmakta ve mutabakatın en zayıf noktasını oluşturmaktadır. Ancak ateşkes ihlal edilse bile mutabakatın yarattığı fiili durum, uçuşa yasak bir bölge ilanını kolaylaştırmaktadır. En önemlisi, askerimizin can kaybını ve sivillerin bombalanmasını tamamen engelleyecek bir fiili sınırın aradaki tampon bölgeyle tahkim edilmiş olmasıdır. Ek protokol hem sivillere Rusya’nın saldırılarının mazur görülemeyeceğini ve BM kararlarına atıfta bulunarak tek terör örgütü olarak HTŞ’nin işaret edildiğini karara bağlamıştır. Bu netleşme eski adıyla ÖSO yeni adıyla SMO olan yapının meşrulaştırılması açısından anlamlıdır. Nitekim bu mutabakatın ek protokolünde Türkiye, Suriye Milli Ordusu’nun (SMO) garantörü olarak gösterilmektedir. İleride demokratik ve meşru bir yönetim tesis edildiğinde bu yapı, milli ordunun bir parçası haline dönüşecektir.
Mutabakatın sonuçlarından bir diğeri ise, Astana Sürecine ve Soçi Mutabakatına yapılan atıflarla Suriye’nin geleceğinde Türkiye, Rusya ve İran’ın söz sahibi olacağının kayıt altına alınmış olmasıdır. Bu durum, hem Suriye’de siyasi çözümü hızlandıracak ve hem de AB ve ABD’nin bölgeye nüfuzunu ebediyen engellemiş olacaktır. Her ne kadar Türkiye’yi en büyük hasmı olarak görse ve İslam dünyasını ve bölgeyi terörize eden bir molla rejimi olsa da, İran’ın birliği ve bütünlüğü bölgesel barış için elzem görülmelidir.
Bir diğer önemli sonuç ise, metinde Suriye Arap Cumhuriyeti ibaresine vurgu yapılması olmuştur. Putin’in Esed’den vazgeçmediği ve kolay kolay da vazgeçmeyeceğini inatla belirtmesi ve bu esnada Esed’in farklı iletişim kanallarından Türk kamuoyuna olumlu mesajlar vermesi yeni bir dizaynla karşı karşıya olduğumuz göstermektedir. Bu dizayna göre Esed rejimiyle Türkiye – 2003’ten 2011’e kadar ideal bir biçimde yürüttüğü – ilişkiler sistemini yeniden tesis edecek, rejim hem PYD-YPG’yle mücadelede ve hem de rejim muhalifleriyle sivil halkın geri dönüşü hususunda müzahir bir tutum benimseyecek. Nitekim ek protokolde belirtilen terörle mücadele kısmı ve otoyolların kullanımı gibi hususlarda rejimle Türkiye arasında diyalog zemini hazırlamayı hedefliyor.
Anlaşmada belirsiz kalan hususların başında İdlib’in en dış mahallerine kadar uzanan gözlem noktalarımızın akıbeti hususudur. Burada belirleyici olan en önemli parametre, askerimizin bölgede kalıcı varlığıdır. Türk ve Rus savunma Bakanlıklarının ortak çalışmasıyla bir hafta içerisinde ilan edilecek esas ve usuller, bu hususu vuzuha kavuşturacaktır. Bu bağlamda askerimizin rejimi – her ihlal girişiminde – vurabilme hakkına kavuşması ve Türkiye’nin son operasyonuyla ciddiyetini ilgili her tarafa fazlasıyla göstermiş olması bu müphemliği kolayca lehimize tahvil edecektir. Nitekim Barış Pınarı Operasyonu esnasında Fırat’ın batısında Rusya ile anlaştığımız Telrifat’ta ve Fırat’ın doğusunda ABD ile anlaştığımız Haseke, Aynül Arab ve Kamışlı gibi bölgelerde hala YPG/PYD teröristlerinin durumu bu kabil çözümü mümkün meselelerdendir.
Öte yandan Rusya ve Türkiye’nin İdlib krizine hem ikili ilişkilerinin muhasebesi ve hem de Suriye’nin istikbali boyutuyla –makro boyuttan – baktıkları aşikârdır. Anlaşmaya varılamaması durumunda Rusya’nın kaybı kuşkusuz çok daha büyüktü. Bu durumda Türk boğazlarından geçişi kısıtlanacak, Türk hava sahası uçaklarına kapatılacak ve – tarihinde hiç şahit olmadığı – bir NATO müttefikiyle geliştirdiği ekonomik, siyasi ve stratejik ilişkiler birbiri ardınca – bir daha düzelmeyecek bir biçimde – askıya alınacaktı. Ayrıca iki yüz milyar dolar para harcadığı Suriye’de çözümsüzlük, petrol fiyatlarının düşmesiyle zaten darboğaza girmiş Rus ekonomisine tahammülü imkânsız bir yük bindirmiş olacaktı. Buna ilaveten ABD, AB ve İsrail gibi aktörlerin Rusya’nın arzusu hilafına denkleme dâhil olması, çözümsüzlük durumunda, daha mümkün hale gelecekti.
Sonuç itibarıyla bu kabil diplomatik müzakereler maksimum ve minimum marjlar arasında gelir gider ve optimum noktada sabitlenirse ideal bir forma ulaşmış demektir. Her iki tarafın tam olarak memnun olmadığı bir anlaşma, tarafların karşılıklı kazan-kazan (win-win) hedefine ulaştığını gösterir. Nitekim mutabakatın duyurulmasının hemen akabinde ABD’li kimi yetkililerinin memnuniyetsizliğini ifade etmesi, BM’nin hâlihazır durumu duyurmayı tehir etmesi ve bize mühimmat satmak isteyenlerin arzularının kursaklarında kalması, anlaşmanın isabetini yansıtan parametrelerden bazılarıdır.
Netice olarak İdlib’te alan kaybetsek de, rejimi tam olarak elimine edemesek de, HTŞ terörünün yarattığı kırılganlığa ilk etapta müdahale edemesek de ayırdına varmalıyız ki, Türkiye bu mutabakatla Suriye’nin geleceğinde sahip olduğu garantör rolünü pekiştirmiştir. Buna ilaveten ülkemiz, -gayri resmi olsa da- güvenli bölgesini oluşturmuştur. Sivil kayıpların ve askeri çatışmanın önü alınmıştır. Mültecilerin topraklarına dönmesi oldukça kolaylaşmıştır. Kremlin’le aramızdaki en önemli kriz alanı bertaraf edilmiştir. Suriye’nin önünde siyasi çözüm ufukta görünür hale gelmek üzeredir. Nihayetinde yeni göç politikamızla İdlib Avrupa’ya bağlanmış ve Suriye krizi üzerinden AB ve ABD’yle ilişkileri normalleştirmenin önü açılmıştır.

Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir