ABD,  Analiz,  Enerji,  Kadir Kaan Güler'in Yazıları,  Orta Doğu,  Rusya,  Savunma

3 KASIM’A DOĞRU, NASIL BİR ABD?

 

Bütün dünya 3 Kasım’da ABD’de kimin başkan seçileceğine odaklanmış durumda. Dünyada belirli ağırlığa sahip hemen hemen her devlet kendisine daha yakın adayın başkan seçilmesini dört gözle bekliyor olmalı. Hatta Rusya gibi teknolojik imkana sahip devletler ABD seçmenlerini çeşitli yollarla manipüle ederek istediği adayın başkan çıkması için çaba sarfediyor. Muhtemelen diğer ülkeler de ekonomik destek faaliyetleri kapsamında seçilmesini istediği başkan adaylarını fonluyorlar. Bu tür eylemler ABD’de kimin başkan seçileceğinin önceki seçimlerden daha mı önemli olduğu sorusunu aklına getiriyor. Her ne kadar “ABD’de kim seçilirse seçilsin onun politikası değişmez” klişesi hala hâkim olsa da , ABD’nin müttefik halklarında kimin Başkan seçildiğinin ne kadar mühim olduğu PEW’in araştırmalarında gözler önüne serilmiş durumda.[1] Şöyle ki, ABD’yi %59 oranında dost olarak gören Güney Kore’de Trump’a güven %17 oranında; Japonya’da dost olarak görme oranı %41’ken, Trump’a güven %25; İtalya’da bu oranlar sırasıyla %45 ve %16, İngiltere’de dahi Trump’a güven %19 civarında kalmış. Trump’a güven küresel kamuoyuna rağmen Irak savaşını gerçekleştiren Bush ile neredeyse aynı seviyede. Oysaki yukarıda sayılan ve diğer sayılmayan müttefik ülkelerde Obama’ya güven ABD’ye karşı duyulan sempatinin dahi üzerindeydi.

PEW’in araştırma sonuçları ABD’de kimin başkan olacağının oldukça önemli olduğunu gösteriyor. Zira ABD’nin dünya düzeni ve egemenliği salt askeri güce değil “rızaya dayalı hegemonyaya” dayanmaktadır. Haliyle en azından müttefik ve demokratik ülkelerin halklarının ABD’ye nasıl baktığı ABD’nin dünya düzeni için hayli önemlidir. Bir başka açından “dolara endeksli” dünya piyasaları dikkate alındığında kimin başkan olacağının küresel ekonomi için de önemli olacağı gerçeğini gözler önüne sermektedir. Son olarak popülist siyasetçilerin artışıyla beraber dış politikalarda artık Devlet-Devlet ilişkilerinin değil Lider-Lider ilişkilerinin ağırlıklı olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla dünyadaki her kalbur üstü devlet açısından ABD’de kimin Başkan olduğunun oldukça büyük önemi mevcuttur.

Türkiye açısından ise durum biraz daha karışık. Zira NATO üyesi olmasına rağmen Türk toplumunun hemen hemen her kesiminde belirli oranlarda ABD karşıtlığı bulunmaktadır. Bu durum ister istemez hangi Başkan olursa olsun ABD’nin Türkiye aleyhine faaliyette bulunacağı inancını beraberinde getirmektedir. Bugünden Türk tarihine, özellikle güvenlik sorunlarına ve dış politikasına, bakıldığında Türkiye’nin aleyhine olan neredeyse her sorunda ABD’nin etkisi olduğu düşünülmektedir. Üstelik hiç şüphesiz bu kanı büyük oranda doğrudur. Ancak Türk toplumunun Trump’a güvenin Putin’e olan güvenin dahi aşağısında olması[2] daha geniş bir soruşturmanın yapılmasını elzem hale getirmektedir.

Yine PEW Araştırma Merkezi’nin yaptığı BBC’nin haberleştiği ankete göre 2016 yılında Türkiye’de Trump’a duyulan güven dünya ortalamasının altında kalmıştır. Dahası, sırasıyla Macron, Merkel, Şi Jinping ve Putin Türk halkından daha fazla güven alabilmiştir. Şüphesiz bu durum 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin ABD, Rusya ve Çin ile kurduğu ilişkilerle doğrudan ilişkilidir. 2020 yılında böyle bir soruşturma yapılması Trump’a güvenin bir nebze artmış olabileceği tahmin edilebilir yine de bu oranın dünya ortalamasının altında kalma ihtimali yüksektir. Bu düşünce Türkiye tarafından Biden’ın başkan seçilmesinin daha hayırlı olduğu düşüncesini beraberinde getirebilirdi. Halbuki Obama döneminin Ortadoğu danışmanı olan Biden’ın yapmış olduğu açıklamalar, onun Trump’ı dahi aratabileceğini gözler önüne serdi.

O halde Türkiye açısından hangi başkan adayının seçileceğinin değil nasıl bir ABD’nin olması gerektiği sorusu üzerine düşünülmelidir. Nitekim Türkiye-ABD ilişkileri, 2. Dünya Savaşı’na kadar olan görece az yoğunluklu ilişkiler gözardı edildiğinde, dünya düzeni açısından üç dönemi yaşamıştır: 1944 sonrası ABD-SSCB mücadelesi kapsamında çift kutuplu dünya düzeni, SSCB’nin çöküşüyle ABD’nin tek süper güç olduğu dünya düzeni ve 2008 ekonomik kriz sonrası çok kutuplu dünya düzeni (?). Çift kutuplu dünya düzeninde, Türkiye’nin ABD ile ilişkileri, ABD’nin Türkiye’yi Soyvetler Birliğine karşı korumuş olması dışında pek de hayırla yad edilmez. Zira bu dönemde ABD’nin Türkiye üzerinde baskıcı bir ekonomi-politik uyguladığı, 1960-1980 askeri darbelerinde etkili olduğu, Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Türkiye’ye ambargo uyguladığı, CIA vasıtasıyla Türk siyasetine doğrudan müdahale ettiği düşünülür. Tek kutuplu dünya düzeni döneminde ise ekonomik ilişkileri gelişmiş olsa da Kuzey Irak’ta, uçuşa kapalı bölge uygulaması sonucunda bölgede PKK varlığını güçlendirdiği Türk askerinin başına çuval geçirdiği hatırlanmaktadır. Son dönemde de yine PKK’yı ve FETÖ’yü açıkça desteklediği, Suriye’nin kuzeyinde PKK devleti kurmak istediği, 15 Temmuz darbe girişimini doğrudan yönettiği ve son olarak 15 Temmuz sonrası süreçte Türkiye’ye finans gücü sayesinde ekonomik müdahaleler yaptığı düşünülmektedir. Ne yazık ki, bu düşünceler hayali kuruntular değil büyük oranda doğrudur.

Şüphesiz Türkiye-ABD ilişkilerinin oldukça olumlu sonuçları da olmuştur. Bunlardan en önemlisi ve ilki Türkiye Cumhuriyeti’nin Wilson ilkelerince kurulduğu yani bu ilkeler sayesinde bugünkü sınır hatlarını çizebildiği ve kısmen uluslararası arenada tanınmış olduğu gerçeğidir. Onun dışında ABD destekli eğitim kurumlarının Cumhuriyetin erken dönemlerinde mühendislik ve tıp alanlarında Türkiye’ye önemli katkılar sunduğu görülmektedir. Aynı şekilde liberal düzenle uyumlu şirketlerin kurulması, ODTÜ ve Ankara Fen Lisesi gibi kurumlar ABD fonları sayesinde kurulmuştur.[3] Yine NATO kapsamında askerlerin ve istihbarat elemanlarının eğitimi, en yeni askeri teknolojilerin aynı yollarla temini ve NATO’nun Güney kanadını temsil ediyor olmakla kazandığı “caydırıcı gücü” ABD’nin Türkiye’ye faydaları kapsamında değerlendirilebilir.

Bütün bunlar göz önünde tutulduğunda ve dünya siyasi düzenin diyalektik bir şekilde, yani olumsuz olduğu düşünülen hamlelerin dahi binlerce etkeni etkilemesi sonucunda olumlu hamlelere de dönüştüğü düşüncesi göz önünde tutulduğunda ABD’nin Türkiye’ye daha çok faydasının mı yoksa zararının mı dokunduğu sorusunun cevabı net değildir. Kaldı ki bu soruyu,  ABD’nin dünya düzenindeki özgül ağırlığının etkisi ve dünya düzenindeki güçler dengesinin ne ölçüde sağlanmış olduğu sorularıyla beraber düşünmek gerekir.

Açıklayıcı olması için örneklerle gidilecek olursa, ABD’nin son asrın üçte birinde “Paz Americana” kapsamında görece refaha ve barışa dayalı bir dünya düzeni kurmuş olduğu açıktır. Pax Americana IMF ve Bretton Woods gibi “kurumlar”, Sosyalizmin sağalttığı Liberalizm fikri ve ABD’nin küresel düzeydeki askeri ve ekonomik gücü sayesinde kurulabilmiştir. Çift kutuplu dünya düzeninde ABD; küresel ekonomi, dünya düzeni ve ulus-devletler arasında uyumu da sağlayabilmiştir.[4] Bunların yanısıra demokrasiye dayalı sistemi ve Batı “değerlerine” bağlı duruşu sayesinde birçok devletin rızasına dayalı olarak hegemon düzenini ayakta tutmayı başarmıştır. ABD’nin sağladığı olumlu etkiler, ABD etkin bir güçken kolaylıkla gözardı edilebilmektedir. Zira her hegemon gücün fazla görünür olma isteği onun olumsuz faaliyetlerini ayan beyan ortaya sermektedir.

Oysa bugün, bilhassa Türkiye açısından Rusya ve Çin’in dünya düzenindeki özgül ağırlığının artacak olmasının neye mâl olacağı ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Hatta Fransa gibi kolonyal güçlerin, ABD’den boşalan yerleri doldurma çabası tedirgin edici boyutlara ulaşmaktadır. Türkiye, yakın coğrafyasında, ABD’nin çekildiği yerleri doldurabilirse kaygısı daha az olacaktır ancak Türkiye’nin bugünkü milli gücü kapsamında bu zorlu coğrafyada tam ve etkin olması oldukça zordur. Dolayısıyla bu alanlarda Türkiye; Rusya, Çin ve Fransa ile güç rekabetine girecektir. Rusya ve Fransa’nın YPG ve PKK’ya karşı duruşunda ABD’ye oranla pek de fazla bir farklılık mevcut değildir. Doğu Akdeniz’de, Kafkasya’da ve Suriye’de her iki devlet de Türkiye’nin milli çıkarlara aykırı hareket etmek için nedenlere sahiptir. Buralarda Rusya desteğini sağlamak ise Türkiye için belirli yerlerden vazgeçmek manasına gelecektir ve belki de bedeli ağır olacaktır.

Çin’e gelince, Türkiye bugün Doğu Türkistan sorununda çıkarması gerekende derecede yüksek bir ses çıkarmamaktadır. Hiç şüphesiz bunun nedeni Çin’in Türkiye’ye açtığı krediler ve yaptığı yatırımlardır. Çin de yurtdışında yaptığı faaliyetlerinden ABD’den farksız davranamamaktadır; yabancı ülkelerin havayolları, limanlar gibi kritik öneme sahip yerlerini satın almakta, askeri üsler kurmakta ve hatta Çinli turistlere yardımcı olmak bahanesiyle polis merkezleri kurmaktadır, iletişim ve enerji altyapı faaliyetlerini üstlenmekte ve kendi ülkesinde kurduğu “gözetim toplumunu’’ kredi verdiği ülkelerde de uygulamaya çalışmaktadır. Türkiye’nin Türkistan’a yapacağı jeopolitik hamlelerde hiç şüphesiz karşısına önce Çin çıkacaktır. Bunların da ötesinde Çin ve Rusya’nın ağırlığının yüksek olduğu bir dünya düzeninde demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi değerler daha da gözardı edilecektir.

O halde ABD’nin çekildiği, yerini Rusya’nın, Çin’in veya belirli oranlarda Fransa’nın doldurduğu bir dünya düzenin Türkiye’ye çok daha hayırlı olacağını söylemek çok da mümkün değildir. Bunun yerine ABD’nin bölgede tam kapasitesiyle etkili olacağı düzenin de, son 20 yılda yaşananlar düşünüldüğünde, olumlu olacağı söylenemez. Bunun yerine ABD’nin bilhassa Türkistan’da, Doğu Akdeniz’de ve Kafkasya’da tam kapasitesini kullanamadığı ve İran’ı, Rusya’yı ve Çin’i dengelemek için Türkiye’ye ihtiyaç duyduğu bir düzen, Türkiye için en faydalı düzen olacaktır. Çin’in yükselişinin, Rusya’nın Avrupa’da etkisini arttırmasının devam etmesi yakın gelecekte muhtemel gözükmektedir. Türkiye’nin hem ABD hem de AB ile ilişkilerinde köprüleri atmaması, kapanmayacak yaralar açmaması ve haklı olduğu konularda bıkmadan, usanmadan kendisini anlatmasının önemi büyüktür. Kuzey Suriye’de kurulmak istenen PKK devletinin, onların hayal ettiği gibi demokratik, çevreci ve insan haklarına saygılı bir devlet olmayacağı, eldeki verilerle desteklenerek anlatılmalıdır. En önemlisi de bu coğrafyada Türkiye’nin yıkılmasının, parçalanmasının Avrupa’ya fayda getirmeyeceği gözler önüne serilmelidir. Türkiye Doğu Akdeniz’de, Kafkasya’da ve Suriye’de haklı çıkarlarnı askeri gücüyle korurken, ABD ve AB ile ilişkilerini de diplomatik çerçevede yürütebilecek güce sahiptir.  Nitekim nihai olarak, AB ve ABD, Batı’dan kopmamış bir Türkiye ile ilişkilerini, Çin ve Rusya etkisini kırmak için kullanmak isteyecektir.

[1] https://www.pewresearch.org/global/2020/09/15/us-image-plummets-internationally-as-most-say-country-has-handled-coronavirus-badly/ (10.10.2020).

[2] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51051171 (10.10.2020).

[3] https://www.youtube.com/watch?v=goMpI4ADcyg, Burak Bilgehan Özpek, “Türkiye Siyasetinde ABD, Rusya ve Çin Etkisi”, Çaveşesku’nun Termometresi, 22. Program. (10.10.2020).

[4] Ben Clift, Karşılaştırmalı Siyasal Ekonomi, (çev.) Esin Soğancılar, Koç Yayınları, İstanbul 2019, s. 184.

Paylaş:

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir